Tıp Bayramı vesilesi ile: Düşünebilmenin imkânı içinde miyiz

14 Mart Tıp Bayramı, tüm sağlık emekçilerine sevgi ve saygıyla…

Bugün 14 Mart Tıp Bayramı. Kutlu olsun. İnsancıl bir yaşam için mücadele eden tüm hekimlerin, sağlık çalışanlarının bayramını içtenlikle, yürekten, sevgilerimle kutluyorum. Bu yazı da emeklerine bir teşekkür, pandemi dönemindeki duyarsızlığın önüne geçebilmek umuduyla bir katkı olabilmesi dileğiyle klavyenin tuşlarından ekrana dökülüverdi. Zihnin işleyişine insancıl alan açma çabası etrafında toplaşabilen keyifli okumaların perçinlenmesi umuduyla…

Malumunuz üzere insanlarının zihinlerinin nasıl örgütlendiğini dert edinenlerdenim. Filozoflar, önceleri doğaya bakarak yaşadıkları evrenin işleyişindeki bütünlüğü görmeyi denemiş. Takip edebildiğim kadarı ile çalışmaları derinleştikçe, düşün tarihi süresince çabaları zihnin işleyişini kavrama çabasına doğru evrilmiş. Bilgi biriktikçe de çeşitlenmiş. Zihne aldıklarını kavrayabildikleri ölçüde ve becerebildikleri kadarı ile söze dökmeyi denemişler. Pandemi / Salgın döneminde bu çabanın ne kadar değerli olduğu fikrimce daha da görünür kılındı. İnsanın yaşamını tehdit eden, hızla yayılan, ilk günlerde hakkında çok az şey bilinen bir virüs karşısında alınacak önlemler bu kadar net ve açık iken, insanın gösterdiği tepkilerin bunca kendine zarar verebilecek biçimde ortaya çıkışı pek çoklarımızı şaşırttı. Üzerine düşünmeye, anlamaya çalıştık.

Birazdan sözcüklere dökülecek olanlar, biriktirebildiğim bilginin yardımı ile durumu kavrama çabasının hâlâ devinimini sürdüren bir kesitinden kendimce elde ettiğim sonuçlar olacak.

Virüsün yayılımının hızlandığı ilk günlerde basından takip edebildiğimiz kadarı ile Çin’de sorumlu bir hekimin uyarılarda bulunduğu, ancak göz ardı edildiği yönündeydi. Kendisi de sonradan yaşamını yitirdi ve olayın vahameti anlaşıldığında özür dilendi, kahraman ilan edildi. Kısaca farklı nedenlerle zihin önceleri virüsün varlığını ve yapabileceklerini reddetti ya da göz ardı etti, önemsemedi. Belki de daha öncelikli konular vardı çözümlemesi gerektiği veya komplocu zihinsel örgütlenmenin etkisi ile dumura uğratılmıştı. Bunun kavranabilmesi konusunda çabaların süreceğine eminim.

Maske, mesafe, temizlik ve tam kapanmanın ardından etkili filyasyon çalışması ile vakaların tespitinin ardından izolasyonu gerekiyordu. Hızla hareket edilmesi, tedbir alınması durumunda virüsün yayılımı engellenebilir ve pandemiye dönüşmesinin önüne geçilebilirdi. Felsefi pencereden durumu ele alırsak, o zaman da şunları söyleyebiliriz: dayanışma, paylaşma, birbirini düşünerek (kendini korurken aslında diğerini de gözettiğinin ayrımına varmaktan söz ediyorum) tehdidi kolayca uzaklaştırabileceğinin farkında ancak bilincinde olamayan zihnin hezeyanları süreci hepimiz, her birimiz, herkes için zorlaştırdı. Ez cümle, tehdit belli, alınacak önlemler yalın ve bu denli açıkken bunca yanılgının bedeli çok ağır oldu. Neler oldu kısaca anımsayalım.

Aslında tek bir sözcük ile özetlenebilirse tam bir kaos yaşandı diyebiliriz. Dayanaksız, bilimsel düşünüşten uzak açıklamalar yapıldı, hem de yetkin olduğu düşünülen ağızlardan. Durumun ağırlığını birebir yaşayan sağlık çalışanlarının tüm uyarıları göz ardı edildi. Hurafeler, komplo teorileri havada uçuştu. Bu arada da virüse yayılımı için alan açılarak mutasyon geçirebilmesine neden olundu. Maske savaşlarını anımsayalım. Devletleri yönetenler tam bir panik havasında idi, insanı mı (yaşamı) ekonomiyi mi önceleyecekleri konusunda bir türlü karar veremediler. Kimi, “Ellerinizi yıkayın işte!” deyip kestirip attı basın toplantısını, kimi maske temini için korsanların usulü ile gemilere el koymayı denedi, kimi de varlığını bile reddetti, hakkında konuşmayı yasakladı. Bu arada yurttaşların durumu da içler acısıydı. Marketler boşaltıldı, tuvalet kâğıdına hücum edildi, neden olduğu henüz anlaşılmış değil. Makarna üreticileri açıklama yapmak durumunda kaldı, “Korkmayın, uzun süre yetecek kadar makarna stoklarımız mevcut.”. Market çalışanları gece yarılarına dek evlere gıda ile temizlik ürünleri taşıdılar, sanki onlara virüs bulaşmıyormuş, bulaştırmıyorlarmış gibi. Uzun süreler çalıştırıldı işçi sınıfı, hatta kimileri fabrikalara kilitlendi, oralarda yaşamaya zorlandı. Zihin, şu basit ilkeyi bir türlü içselleştiremedi, “Kendini korurken aslında bir başkasını da dert edinip koruyorsun, yaşamını buna göre düzenleyebilirsen, kısa sürede yaşadığın bu sorundan kurtulacaksın. Birlikte hareket etmeli, diğerini de gözeterek yaşayabilmeyi öğrenmelisin.”  Olmadı, olamadı. Nedenleri malum. Kısaca, “giderek faşizm ile dirsek temasını arttıran, belki de onu çoktan bünyesine katmış olan neoliberal üretim / yaşam düzeneği aklın işleyişini dumura uğratmıştı” diyebiliriz. Elbette kitaplarca yazılacak bir konuyu tek cümleye sıkıştırmak haksızlık olur, ancak bu yazının sınırları içinde dilimiz bu kadarına dönüyor, zihnimiz bu kadarına yetebiliyor.

Salgın süresince olabildiğince, yukarıda sözünü ettiğim ilkeyi yaşamıma geçirmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Çevremdekilere de dilim döndüğünce anlatabilmek adına çabalarım oldu. Söz konusu fırtına içinde çok sert tepkiler de aldım. Nedenini anlamayı denedim. Çabaladım. Büyükşehirdeki bir markette alışveriş yaparken kasiyerin kendini koruyamadığını gözlemleyince önce sorumlu kişi ile görüştüm ardından aldığım yanıt üzerine (kendileri istemiyor) kasiyer ile görüştüm. Aldığım yanıt karşısında dudağım uçukladı. “Siz kendinizi düşünün, biz kendimizi düşünürüz, onu da bize bırakın.” Benzer yanıtları, benzer akıl yürütmeler sonraki günlerde farklı kesimlerden aldım. Takı telaşına düşmüş, gelinliği ile etrafta salınmayı, eğlencesinden feragat etmeyi düşünmeyen yakınlarımın düğünlerine gitmedim. Nedenini de açıklıkla kendileri ile paylaştım.

Konuyu burada kestirip atmadım elbette. Düşündüm, böyle bir dönemde insan, paylaşma, dayanışma, birbirini gözetme konusunda neden bunca direnç gösteriyor. Nedenleri muhtelif elbette, fikrimce öne çıkan bir tanesini, çok yakın zamanda yeniden zihnime çarptığı için paylaşmak isterim. Gerçekliğini asla bilemeyeceğimiz, çürütülmesi kolay olmayan komplo teorileri, komplocu düşünüş biçimi büyük bir sorun ve virüs gibi hızla yayılabiliyor. Zihnin bu düşünüş biçimini kolaylıkla kabul ediyor olması, üzerine düşünme zahmeti dahi göstermeyişi hüznümü derinleştirdikçe derinleştirdi. Her örnekte hüznüm daha da katmerlendi. Tamamı yayılımını sürdürdüğü için tek tek değinip yayılımına bir de ben katkı sunmak istemem.

Ancak, son yaşadığım örneğe değinmeden geçmek istemiyorum. Zira, beni derinden yaralamasının en büyük nedeni düşünmeyi öğrenebilmek için uzun yıllar emek verdiğini düşündüğüm bir kimseden, üstelik de ihtisasının “insan” üzerine olduğunu bildiğim bir zihinden sözcüklere çok rahatlıkla, ikna etmek güdüsüyle aktarılmış olması. Sözlerine kulaklarımın şahitlik ettiği bu zihne göre bu virüsün, o kadar da abartılacak bir yanı yokmuş, gripten yıl içinde zaten pek çok insanı kaybediyormuşuz. Maskeye falan da gerek yokmuş. Zaten bu Çin’in oyunuymuş. Kim bilir daha bilmediğimiz neler varmış. Bunları anlatmayı deniyormuş ama televizyonlardan onca yanıltıcı bilgi yayılıyormuş ki bir türlü ikna edemiyormuş insanları. Bulunduğumuz mekânda başkaca insanlar da vardı. Bu sözler karşısında kendisini çoğunlukla desteklediler ve katkıda bulundular, efendim, bu virüs ilaç firmalarının oyunuymuş, yeterince kâr edince de sönümlenip gidecekmiş. Sinirden yerimde zıpladım, tansiyonum fırladı. Zihin hakikatten bunca uzaklaşabilmeyi nasıl başarabiliyordu? Diplomalı cehalet kendini bu kadar kolay nasıl kabul ettirebiliyor, toplumda soluk alabilme olanağı bulabiliyordu?

Bu sözleri bir yıldır zaten Bolsonaro’dan, Boris Johnson’dan, Trump’tan ve diğerlerinden kezlerce duymuştum. Oradaki saik belli idi. Avrupa’da faşist guruplar aşı karşıtı, önlemler karşıtı yürüyüşler yaptı. Yukarıda sözünü ettiğim temel ilkenin zihinlere ulaşamaması için egemenin çokça çaba gösteriyor, düzenini korumanın derdiyle insanı / doğayı / canlı-cansız varlıkları, mutlu, eşitlikçi, özgür bir yaşamı öncelemiyor olmasını anlayabilirdim. Ama bunu anlayamıyordum. Yurttaşın kendini böylesi bir çukura mahkûm etmesini anlamakta güçlük çekiyordum. Egemenin kavramlarını, düşünüş metodolojisini nasıl oluyor da bu kadar kolay zihnine alabiliyordu? Kendi ile egemen arasına o gerekli çizgiyi çekip, düşünüşünü, yüzünü insana dönemeyişinin nedeni ne olabilirdi?

Teoride yukarıdaki sorulara pek çok yanıt verildiğini, çoğuna da katıldığımı söyleyebilirim. Ancak yaşamın yakıcı gerçekliği içinde bu yanıtları nereye yerleştirebileceğimi henüz tam olarak bulabilmiş değilim. Üzerine düşünmeyi sürdürüyorum. Okuyucuları da bunu yapmaya, insancıl sesin nereden geldiğine iyice kulak vermeye ve neyi içselleştireceklerini iyice tartmaya davet ediyorum. Sağlıcakla kalın.

Sağlık emekçilerine en derin saygı ve sevgilerimle…

Düşünüşe katkısı olabilir: COVID-19 YAZILARI

Parrhesia: Doğruyu söylemek

Masumiyeti elinden alındı “İnsan”ın. Düşünce dünyası yalanla, komplo teorileri ile istila edilerek gerçekle ilişki kurması engelleniyor. Bu ayan beyan ortadayken, İnsan, yaşamı yeniden kurabilmek için hakikatin gözünün içine bakabilme cesaretini gösteremiyor. Neden? Neden ama, neden?

İnsan’ın düşüncesiyle karşılıklı oturup söyleşmesine olanak tanımıyor içinde bulunduğumuz çağın işleyişi. Hız hakim olmuş yaşama, zamanı yakalamanın peşinde insan, kaygılı, yüreği ağzında yaşamaya zincirlenmiş. Yalnız kalmaktan, yalnız bırakılmaktan korkuyor. Sürüyü bu denli içselliştirmesi de bundan. Yalnızlığı, içe dönmeyi acılarını kanatmaktan haz almaktan ibaret bellemiş / belletilmiş. Kalabalıklara karışma, kendini unutma çabası bundan. Sürü gibi düşünür, sürü gibi eylerse kabul görüleceğini bildiğinden, ayrıksılığı göze alıp, eleştirel aklı devreye sokamıyor. Zaten bunu yapabilmenin imkânlarından da yoksun. Yalanla, doğruyu ayırt edemiyor. İnsanlar yalan söylesin istiyor kendisine. Kandırılmak hoşuna gidiyor. Yalanı, komployu kolayca zihnine alıp düşünüşüne dahil ederken rahatsızlık hissetmiyor. Hatta eyleme geçiyor, kötüyü çoğaltmayı zekâ pırıltısı olarak gördüğü an’lara da şahitlik etmiyor değilim. Tüylerim ürperiyor.  Peki ama, bu neden böyle? Neden ama, neden?

Bir süredir internette dolaşan bir fotoğraf var. Sandalyeye oturmuş bacak bacak üstüne atmış bir adamın fotoğrafı. Dünyada viral olduğu söyleniyor. Popülizmle güdükleştirilmiş akla ancak böyle ulaşılabileceği düşünülüyor. Marx’ın, Che’nin, tişört baskısına indirgenmesine eş bir duyumsayış yaratıyor zihnimde. Anti-komünist propaganda, özgürlüklerin kısıtlanması dayanağı ile öyle etkin yürütüldü ki, maketten ev beğenerek, sittin sene faizle borçlandırılan İnsan, özgürlüğü bu sınırlar içinde tanımlar oldu. Araba satışı için kullanılan reklamlarda “kendini bul” deniyor insanlara mesela. Bu arabayı alırsan kendini bulabileceksin mesajı, fütursuzca yalan söylenerek kitle iletişim araçlarından her gün servis ediliyor. Özgürlük, sınırsızca alışveriş yapabilme, maketten ev seçerek yaşamını ipotek ettirmek, yalanlarla örülü sentetik bir dünyada hareket edebilmekten ibaret. Ötesini düşünebilmek için ne zamanı var İnsan’ın, ne de içine mahkum edildiği pragmatik yaşayış düzeneğinden yakasını kurtarabilecek akılsal örgütlenme kaynaklarına yakın durabilmesi, zihnini bu kaynaklarla besleyebilmesine izin veriliyor.

Kapitalizmin eleştirisi olarak kaleme alınan Kapital’i okuyamıyor mesela. Kapital basılıyor, orada bir sorun yok. Geniş kitlelerin zihinlerinin oraya doğru yönelmesinin ayak oyunlarıyla nasıl engellendiğini anlatmayı deniyorum. Benim gençliğimde sol cenaha getirilen en yaygın eleştirilerden biri kapitalizmin karşısında onu eleştirmekten öteye gidemediği idi. Buna ikna edilen akıl, öyle günlük yaşayan akıl da değildi. Nice profesörlerin, entellerin ağzına pelesenk edilmişti bu cümle, “Ama sol da yeni bir ekonomik işleyiş vaat etmiyor, bak Sovyetler’e, insanlar baskı altında yaşıyor, özgürlüklerinden mahkum.” Oysa “critique (eleştiri)” kavramı Kant’tan Marx’a gelinceye kadar sürdürdüğü yolculukta, “Kapital”in, “Meta” nın karşısına “İnsan”ı, “Doğa”yı, “Yaşam”ı, “Canlılık” ı koyabilmiştir. Öyle koymuştur ki, böylesi bir zihinsel örgütlenme ile markete, pazara, çıkan İnsan, aldığı her metanın içindeki kristaleşmiş emeği görür. O emeğin artık değer eliyle nasıl sermayeye aktarıldığını, bu durumun nasıl eşitsiz yaşamın inşasına, sınıflara mahkum edilmiş yaşam düzeneğine ve bunun normalleştirilmesine olanak tanıdığını bilebilir. Karl Marx, bu işleyişin bilimsel / felsefi arka planını oluşturmaya adadı tüm yaşamını. Kısacası, yalanla gerçeği çarpıtan akıl, yaşamın geniş kesimlerine kendini ancak böyle kabul ettirebileceğini bilir. Popülizmin kanatları altına da tam da bu nedenle sığınır. Aklı güdükleştirme pahasına yapar bunu. Hem de bilerek ve isteyerek. O nedenle suçu büyüktür. Affedilemez.

Sol, kapitalist işleyişin karşısına paylaşımcı, dayanışmacı, mülkiyetten azade bir ekonomik işleyiş koyar. Bunu mevcudu eleştirerek yapar. Aklın diyalektik işleyişi bunu gerektirir. Diyalektik, harekete içkin olduğundan, eleştiri sonsuza kadar sürer. Aklı, yanılgılarının çukurlarına düşmekten de böylece korur. Güdükleşmesini, tutsak edilmesini böylelikle engeller. Sav’ı Hegel’in kavramlarından biriyle desteklemek istersek, her momentte soluklanıp, yapıp ettiklerini eleştiri eliyle, gerçek karşısında dara durarak gözden geçirebilir. Kendine, sözü edilmeye çalışılan bu özgürlüğü tanıyabilen akıl, zihin dünyasını talana açmaz. Popülizmin tuzaklarını açık seçik görebilir. İnsan, böylelikle dogmadan uzaklaşıp kendini bilimin /gerçeğin / hakikatin alanına taşıyabilir. Durağan, statik, sınırları başka akıllarca belirlenmiş alanların tahakkümünden böylelikle kurtulabilir.       

Sandalyedeki adama geri dönersek. Etkin anti-komünist propagandanın tahakkümündeki zihinlere, Marx’ın vaat ettiği dünya, tahakkümcü, baskıcı, ütopik gelir. Üretim araçlarının mülkiyetinin kimde olduğu sorusunun yanıtının önemi üzerine düşünemez haldedir. Meta’da kristalleşmiş emek / zaman ne ifade eder anlayamaz. Eğitim, sağlık, barınma temel insanlık hakkıdır dendiğinde konduramaz, tembelliği besleyen unsurlar olarak görür. Herkese yaşama ücreti dendiğinde, “ama çalışmadan neden para verilsin insanlara” diye düşünür. İnsan olmayı, eşit olmayı konduramaz kendine. Yaratılan toplumsal ortak değerden habersizdir. Bütünden koparılmış, parçalı düşünmenin kısır döngüsüne hapsedilmiştir. Ağacı görür, ormanı göremez. Ağacı da yamuk görür. Şimdi bu İnsan’ı ortaklaşmacı, paylaşımcı, mülkiyetten azade bir yaşamın gerçek / mümkün olabileceğine, bunun özgürlüklerinin kısıtlanması anlamına gelmediğine, özgürlük kavramının hakikati ile nasıl buluşturacaksın? Popülizmin araçlarını kullanarak mı, “parrhesia” yaparak mı?  

O sandalyede oturan adam, Bernie Sanders, Amerika’da sosyalizmi temsil eden politik hareketin öne çıkabilmiş isimlerinden biri. Kapitalizmin, şimdilerde daha çok neo-faşizmin anayurduna dönüşmüş Amerika’da insanları sosyalizme / komünizme ikna edebilmek ancak popülist atraksiyonlara girerek yapılmaya çalışılıyor. İnternette Amerikalıların Sanders’a dair korkularını dile getirdikleri paylaşımları / tartışmaları takip etmeye çalışıyorum. Sanders yanlıları dile getirilen bu korkulara karşılık Bernie’yi, “ama o kadar da Marksist değil, zaten Marx’ın kendisi de Marksist değildi” diyerek savunmayı tercih ediyorlar. Sözü edilen fotoğrafın viral olması da böylesi bir popülizmin vücut bulmuş hali. Popülist, neo-faşist, liberal, kapitalist vs., kısaca aklın yanılgıya düşmüş bu türleri karşısında net, gerçekçi, açık-seçik, yalın, olduğu gibi olanı ortaya koyabilmek bugün başka her şeyden daha değerli. Dürüstlük, bugün enternasyonalizme açılan yegâne kapı. Başkacası mümkün değil. İnsancıl yaşam, tüm dünyada sosyalizmin / komünizmin gerçekleşmesi ile mümkün olabilir. Karşısında duran bir seçenek bile değil: Faşizm. Hem de bu yeni haliyle düşünebilme / sevebilme yetisini de insanın elinden almaya niyetlenmiş, mekanik bir işleyişe mahkûm edilecek olan bir dünya hayali kuruyor. Özgürlük mü dediniz!

Arkası kuşlu aynalarımızla ışıktan konfetiler yağdırıyoruz: Akademinin kavramının hakikati ile kucaklaşmasını kutluyoruz

Akademinin durumuna dair görüşlerimi DüşünceKırıntıları’nda yayımlanan yazılar içine serpiştirmiştim. Bir aya yakın bir süredir de farklı platformlarda, “akademik özgürlük” konusunda yürütülen tartışmaları takip ediyorum. Buralarda sunum yapan değerli hocalarıma sorular yöneltiyorum. Son oturumdaki soruyu sizlerle de paylaşmak ve akademiye dair görüşlerimi/umutlarımı da bu soru ışığında toparlayabilmeyi deneyeceğim. Sabrınız için şimdiden teşekkür ederim.

“Akademide bilgi ile ilişki kurabilen, hatta bilgiyi meta olmaktan çıkarabilecek şekilde zihinlerini örgütleyebilen kimseler olduğunu düşünüyor musunuz? Böyle kimseler var ise neden Oxford’da kiliseye isyan edebilen iradeyi oluşturamıyorlar?” Soruda geçen Oxford Üniversitesi ile ilgili vurguyu hemen açayım: Hocanın sunumunda geçtiği şekliyle, Oxford Üniversitesi kurulduğu dönemde egemene de kafa tutabilecek bir örgütlenmeye sahipmiş. Bir olay vesilesi ile üniversitenin özerkliği dönemin kilisesince elinden alınmaya çalışılınca, hocalar toplu olarak üniversiteyi terk edip Cambridge’de farklı bir yapı kurabilmeyi deneyimlemişler. Kilise de hocaların bu tutumu karşısında geri adım atmak durumunda kalmakla yetinmeyip, maddi olarak da üniversiteyi destekleme kararı almış.

Üniversitenin özerkliğini, bilgi ile özgürce ilişki kurabilmesini sağlamak neden bu kadar önemli? Piyasaya bilgi üreten, toplumun belirli bir biçimde şekillendirilmesi amacıyla bilgiyi araçsallaştıran bir akademi için talep edilen özerkliğin pek bir anlamı olmasa gerek. Peki, bu durumda akademiden söz edilebilir mi? Akademinin varlığı fikrimce, insanın sıkışmışlığına deva olması, düşüncenin karanlık dehlizlere saplanıp kalmaması bakımından değerli. Tam da bu nedenle eleştirel düşünüşün filiz vereceği mekânlar olarak kalmaları konusunda hassasiyet gösterilmesi gerekiyor.   

Oysa günümüzde akademi, toplumsal alanların diğerlerinde yaşanan tüm arazları bünyesinde barındırıyor. Hocalardan bir diğerinin şu ifadeleri kullandığını duyduğumda içim sızladı, “Akademide de kastlar var esasında, öğrenciler kastı, akademisyenler kastı ve akademi bünyesinde idari işleri yürütenler kastı. Sözü edilen her bir kast içinde iktidar çekişmeleri olduğu gibi, kastlar arasında da ne geçiş ne de iletişim var.”  Bu netlikte ifade edildiğini duymak canımı acıtsa da gerçekliğini bizzat deneyimlediğimden biliyorum. Diğer yazılardaki anekdotlarla bu konuya işaret etmeyi denemiştim.

İlk deneyimlerimde zihnim ısrarla şu soruyu soruyordu, “Bilgi ile, düşünce ile, bilim ile, eleştirel akıl ile ilişki kurabildiğini düşündüğüm bu zihinler nasıl oluyor da bu fasit daireye yaşamlarını hapsetmek konusunda kendilerini ikna edebiliyorlardı?”, zihnim sorularını sürdürüyordu, “Geçim ekonomisinde, tekstil atölyesinde saatlerce gün yüzü görmeden çalışmak durumunda kalan, fabrikada her gün aynı vidayı sıkmak üzere iş başı yapan, arkası kuşlu aynasında saçını taradıktan sonra tulumlarını giyip tamirhanede ömür tüketenlerin düşünmeye zamanı yoktu. Oysa akademi öyle miydi? Düşünmek için bolca zaman vardı ve bunu senden önce deneyimlemiş zihinlerle etkileşime geçebileceğin binlerce kitapla bir arada bulunabileceğin imkân yaşamının bir parçasıydı. Sonunda hakikatle buluşabileceğin anlamlı bir çabanın içinde olabilecekken çürümenin parçası olmak konusundaki ısrar nedendi?”

Akademideki deneyimlerim çeşitlenip arttıkça ve zaman değirmeninde öğütülen ömrüm zihnimi olgunlaştırdıkça gördüm ki, akademide bilgi ile gerçek ve özgürce bir ilişki kurulabilmenin yolları tıkalı ve akademinin üyeleri de durumu içselleştirip kabul etmişler. Bilgi ile araçsallaştırılmış bir ilişkinin ötesine gidemeyeceklerini bilerek, piyasada olduğundan daha özgür olabilecekleri ve daha az yıpranacakları konusundaki yanılgıyı kabul ederek gün geçiriyorlarmış. Toplumsal statü piramidinin yukarılarında yer alacakları fikri de kabullenmenin bonusu elbette. Kendini/varoluşunu gerçekleştirme/anlamlı kılma gibi bir dertleri yok. Bu nedenle de piyasa ile uyumlu çalışabiliyorlar. Dışarıdaki düzeneği de içeride aynen böylelikle üretebiliyorlar.  Hapishanelerinin demirlerini kendi elleri ile örmüşler. Tutsaklar.

Kimi dükkânı bellemiş odasını, kimi öğrencilerin yetersizliğinden şikâyetçi, kiminin derdi ise idari kariyeri, onun savaşımı içinde. Bilgiyi metalaştırmakla kalmayıp, yaşamlarını da birer metaya dönüştürmek konusunda tereddüt etmemişler. Kötülük tüm hücrelerine sızmış, kavramlarını ele geçirmiş, bakışları, ifadeleri bipolar düzeneğe mahkûm edilmiş. Bir gecede çıkartılan KHK’larla akademiden ihraç edilen arkadaşları ile bırakın dayanışmayı iletişimi bile kesmişler, maaşlarını/statülerini kaybeder, zarar görürüz kaygısıyla. Kaçının yaşamına son verdiğini veya inşaatın birinde çalışırken düşüp öldüğünü bilmiyorlar. Akademik konferanslarda yirmi dakikalık bir sunumu kâğıttan okumaktan rahatsız değiller, en fenası da sunumlarında sözü yeniden kurmak gibi bir dertleri yok. Alıntılarla yaşıyorlar.

Akademik özgürlük, düşünebilme iradesini ortaya koyabilmedeki sorunlar konuşulurken sıklıkla örgütlenememekten şikâyet edildi.  Neden örgütlenilemiyordu? Kastlar arasına çekilen duvarlar neden yıkılamıyor, neden bir arada durabilmenin bir yolu bulunamıyordu? Yukarıdaki tablonun ağırlığının içtenlikle/içselleştirilerek kabul edildiğini/görülebildiğini düşünmüyorum. Yapılan eleştiriler tespitten öteye gidemiyor. Bunu üzülerek/sinirden tepinerek gözlemliyorum. “Yetmez ama evet!” ten, “Yine de akademide olmak gerekir”, “Çarkı hızla çevirirsek kendimizi dışarıya atabiliriz” den öteye gidilemiyor. Sözü kurma iradesini göremiyorum. Sözcüklerimin keskinliği canımın/zihnimin ne kadar acıdığına işarettir. Başkaca bir anlam/yargı taşımaz.

İnsana doğru yolculuğun sürdüğünü biliyorum. En umulmadık zamanlarda, en umulmadık olgularla durmayıp kendini hatırlatıyor. Akademinin yolculuğa bütünsel katılımının gerçekleşeceğini, sıkışmanın hangi koşullarda olursa olsun aşılacağına dair olan inancım tam. Her birimizin düşünmeye ayıracağı boş zaman hakkı için, yaşamayı anlamlı kılabilmek için öncelikle akademinin kavramının gerçekliği ile kucaklaşması, ona sımsıkı sarılıp toplumun diğer alanlarını da bağrına basabilmesi gerekiyor. Tam da bu nedenle düşünmeye cesaret et!

Aklın yanılgısı karşısında düşünceyi yeniden örgütleyebilmek

İradelerinin dimdik ayakta olduğunu, düşünsel örgütlenmelerine güvenebileceğimi düşündüğüm insanların birer birer geriye düştüğünü görüyorum/okuyorum/izliyorum. Saldırının şiddeti karşısında beklediğim netlikte bir kararlılık göremiyorum. Bunu ayrımsadığımdan beri düşünmekteyim, “Neden böyle oluyor?”. Bulabildiğim yanıt, “düşünmekten vazgeçtikleri” oldu. Ulaşabildiğim/haberdar olabildiğim çoğunluk, bildikleri/hatmettikleri ezberlerini bozmaya korktuğundan düşüncelerini fasit bir daire içine hapsetmiş gözüküyorlar. Öyle beklenmedik zihinler, öyle beklenmedik cümleler üretiyorlar ki sarsılmamak mümkün değil. Kurulan cümleleri mantık tahtasına yerleştirdiğimde henüz tutarlılık içeren bir kümeye rastlamış değilim. Tutarlılık, ilkeli olabilmeyi gerektirir. İnsan ilkelerini ne uğruna feda etti acaba? En önemlisi de bu hay huy içinde bunu ayrımsayabileceği düşünsel örgütlenmeyi kaybettiğinin farkında mı?

İnsanın düşünme yetisinin elinden alınması çabaları büyük bir titizlikle yürütülüyor. Üretilen filmlere, yayımlanan kitaplara, sosyal medya aleminde konuşulan konulara, bir göz atmanızı, sokağa çıkıp insanlar arasında gezinirken konuşulan mevzulara kulak kabartmanızı, yaşama düzeninizi bozup yeniden kurgulamayı denemenizi öneriyorum. Tıkanmışlığı ayrımsamanın başkaca bir yolu olduğunu düşünemiyorum. Okuduklarınıza, izlediklerinize, arkadaşlarınıza, ailenize, sosyal çevrenize eleştirel bir düşünüş ile bakmayı deneyin. Kolay değil elbette, öncelikle o eleştirel düşünüşü geliştirebileceğiniz bir zemini yaratmak elzem. Bunun yolu da zihni besleyen kaynakların çeşitliliğini arttırırken mutlaktan arındırmaktan geçiyor. Size mutlak olarak sunulan ne varsa onu şöyle bir köşeciğe bırakıverin ve sonra yaşantınızı diyalektik düşünme masasına yatırıp bir değerlendirmeye tabi tutun. Düşünebilmenizin önündeki engelleri bir bir ayrımsayıp nasıl bir kuşatma altında olduğunuzu ancak böyle ayrımsayabilirsiniz. Bu blog açıldığından bu yana ısrarla kurduğum cümleyi kurmayı sürdüreceğim, “Duraklayın, soluk alın, gözlemleyin, düşünün!” Diyalektik düşünüş eleştiriyi içselleştirmeden mümkün olamayacaktır.

Aklın yanılgıya düşebileceğini Kant, yıllar önce “Saf Aklın Eleştirisi” adlı yapıtında “fallacy” kavramını derinlikli ele alarak ispatladı. Bu dinamikleri iplik iplik açımladı. Okumanızı öneririm. Mutlak olan ile ilgili olarak da, “Orası ispatlayabileceğim bir alan değil, susmayı tercih ederim” demişti. Fikrimce başlangıç için burası isabetli bir nokta olabilir. Öyleyse aklı bulanıklaştırıp onu yanılgıya düşüren mekanizmayı üretmeyi becerebilenler Kant’ı daha iyi okumuş belli ki. Aklın işleyiş mekanizmalarını kavrayıp, kendi pragmatik/araçsal akılsal örgütlenmelerinin yararına kullanabiliyorlar. Bu saldırı karşısında savunmasız değiliz. Diyalektik yöntem ile örgütleyebileceğimiz eleştirel akıl bize özlediğimiz özgürlükçü düşünüşü sağlayabilir. Zincirleri kırmamıza yardımcı olabilir.

Yaşantımızdaki en yakıcı gündem salgın diye düşünüyorum. Dünyayı sarmış, bulaşıcılığı yüksek bir virüs ile mücadele ediliyor. Yayılımın duyurulduğu ilk günlerdeki açıklamalara bir göz atın, hem bilim insanları hem de idarecilerin, bu toplumun okumuş yazmış gurubunun tutumlarına, sözlerine bir bakın. İçler acısı. Pragmatik/araçsal aklın ürettiği argümanlar merkezine neyi/kimi alıyor bir bakın. Sonra bu açıklamaların toplumdaki yansımalarına bir bakın. Sokakta neler konuşulduğuna kulak kabartın. Bir kısmına Blog’daki “Covid-19 Yazıları” sekmesine yüklediğim yazılardan ulaşabilirsiniz.

Güncel olanların bir kısmına da burada yer vereceğim. Oradaki yazılarda komplo teorilerine derinlikli değinememiştim. Burada onu yapmayı deneyeceğim. Algı operasyonunun bir aracı olarak komplo teorilerinin nasıl kullanıldığına bir bakalım: Öncelikle salgının yayılımı için ortaya sürülen komplo teorisi ağırlıklı olarak böyle bir virüsün varlığını reddeden ve bunun Çin’in bir oyunu olduğuna yönelikti. Bilimsellikten uzak bir torba laf edildi. Düşünmeyi çoktan başka zihinlere havale etmiş zihinler için de bulunmaz bir nimet olarak benimsendi. Yaşama yansıması nasıl mı oldu? Koruma önlemleri benimsenmedi. Maske takılmadı, mesafe korunmadı, kısaca insanın düşünsel örgütlenmesinin kendini korumaktan aciz bir duruma nasıl getirilebileceğini hep birlikte gözlemledik. Yaşamın bir süreliğine durması, insanların birbirini sakınarak (canımızın birbirine emanet olduğu bir dönemi kastediyorum) geçirecekleri bir dönemin sonunda bu virüs belasından kurtulabilenecekken, pragmatist/ araçsal akıl enstrümanlarıyla sahne aldı ve aklı bulanıklaştıracak her imkânı değerlendirdi. Kötülük niyet eder de kabul görmezse sükut-u hayale uğrayabilirdi ancak böyle olmadı. Neden kabul gördüğünü kısaca anlatayım, pragmatik/araçsal/faydacı akıl düğününü yapmak istedi, takılardan vazgeçmek olmazdı, kimse düzenini bozmak istemedi. Oysa canımız birbirimize emanetti, hastanelere yığılmış hasta sayıları bu ülkenin yetişmiş insan gücü olan sağlık çalışanlarını da riske atacaktı. Bunu düşünen pek olmadı. Sordum, “Niye” diye? Aldığım yanıt, “İşimize gelmiyor” oldu. Gündelik, kendi merkezli düşünüşe hapsolup birbirimizden koparılalı o kadar uzun zaman olmuştu ki, normalin bu olduğunu düşünür hale gelmiş ve “İşimize gelmiyor” diyebilmeyi kendimize yedirebiliyorduk. Sustum.

Peki akıl neden şöyle işleyemedi: Ortada bir salgın vardı, tarihte de böyle salgınlar olmuştu ve elbet bilim bunun da üstesinden gelebilecekti. O gün gelene kadar kendimi/sevdiklerimi koruyabileceğim şartların oluşması için idarecileri görevlerini yapmaya zorlayacağım mekanizmaları örgütlemeliydim. Zihin bu yalınlıkta örgütlenemedi. Safsata ile gün geçirdi. Birbirimiz için bir arada durabilmek mümkün olamadı. Maske dağıtılamadı, yoksullar, emekçiler korunamadı. Yurttaşlık görevlerini hakkıyla yerine getirmiş insanların yanında durmak yerine, sermaye odaklarının yanında durmayı tercih etti bizi yönetenler. Ses çıkarıp, farklı bir söz kurabildik mi? Hayır. Peki neden?

Sonra salgın kısıtlamalarının baskıcı rejimleri güçlendirebileceği tehlikesi ortaya saçıldı. Dayanak da bir filozofun yazısı oldu. Bu da kabul gördü. Türkiye’den de isminin önünde profesör unvanı olan bilim insanlarının bu savı güçlendirecek söyleşiler verdiğini okudum. Salgının en yaygın olduğu dönemde, bilim insanlarının tek bir ağızdan yapacakları açıklamalarla, önlemleri insanları mağdur etmeyecek şekilde almaya mecbur bırakması gerekmez miydi yönetenleri. Bütünden kopuk parça ile ilişkili açıklamalar yapmaktan öteye gidemediler. Her mecrada aktif olan pragmatik akıl kendi alanını genişletmeyi deniyordu. Benim izlenimim bu yönde oldu. Avrupa’da ırkçı gruplar kısıtlama karşıtı eylemler yaptılar. İzleyebildiğim kadarı ile de sayıları pek de az değildi. Aklın dumura uğratılma mekanizmalarına bir örnek daha diye düşünüyorum bu olup biteni de.

Salgınla mücadele, “Ne şiş yansın ne kebap” usulü ile olamadı. Bunu acı deneyimlerle öğrendik. İnsanların yaşamdan koparılışını rakamlar üzerinden, akşam bültenlerinde takip edebildik sessizce, korkuyla. Hepsi bu! Kendi yaşantımızın özneleri değiliz artık, bunun farkında da değiliz. Oturtulduğumuz yerden izliyoruz olup biteni. Kimilerimiz bir kurtarıcı bekliyor, kimilerimiz zamana bırakmış izliyor. İrademiz askıda. Daha ne kadar orada kalacağını da öngöremiyoruz. Düşünmekten vazgeçmekle aslında neden vazgeçtiğimizi ayrımsayamıyoruz. Araçsal/pragmatik aklın politik ekonomi yansıması kapitalist üretim biçiminin siyasal destekleyicisi neoliberal akılla insana doğru bir yolculuk mümkün olamayacak. Bunu daha nice acı deneyimler yaşamadan da bilebilmek mümkün aslında.

“Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak”

Nasıl mı? Düşünme yetisini bir otoritenin eline vermeyi reddederek elbette. Düşünüşümüzü, sanatla, edebiyatla, felsefeyle, bilimle besleyerek, tıpkı bedenimizi yiyeceklerle beslediğimiz gibi. Mutlakların alanına hapsolmadan, birbirimizin varlığını kabul ederek, sevmekten asla vazgeçmeden, eşitlikçi ve özgür düşüncenin hakim olabileceği bir toplumun inşasına omuz vererek.  Akıl yanılgıya düşebilir, önce bunu kabul ederek.

Bu kadar oydaşma (konsensüs) yeter!

Soldan sağa: İç İşleri Bakanı, Başbakan ve Sağlık Bakanı anayasaya aykırı tedbirleri açıklıyorlar. “Bilimsel” lütuflarını sunmak üzere, Covid-19 Bilimsel Komitesi ve Ulusal Etik Danışma Komitesi Başkanı‘na sözü veriyorlar.

Thierry Meyssan

Teoride, uzun süreler eğitim gören siyasetçiler ve doktorlar bilim insanları olarak adlandırılır. Ancak pratikte, pek azı bilimsel bir yaklaşıma sahiptir. Bugün hiç kimse alınan sağlık önlemleri ile ilgili olarak sorumluluk almaya niyetli değil (evde kalma, sosyal/fiziksel mesafelenme, maske ve eldiven kullanımı). Hepsi, mesleki kararların, bilimsel ve oydaşmacı çağrıların ardına sığınıyorlar.

Mesleki cephe
Covid-19 salgını, birincil işlevleri (yurttaşlarını korumak) konusunda görüş kaybına uğramış siyasetçileri gafil avladı. Panikle de birer guruya dönüştüler. Bu yazı için örneklendirilebilecek olanlar, Imperial College’dan matematikçi Neil Ferguson1 ve CEPI’den (Coalition for Epidemic Preparedness Innovations) fizikçi Richard Hatchett’dir, kendisi ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in eski işbirlikçisidir.2 Sözünü ettiğimiz politikacılar, aldıkları kararları meşrulaştırmak adına, bu iki bilim insanının olumlaması ve ahlaki olarak onayına başvurdular.

Toparlarsak, seküler Fransa’da, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Covid19 Bilimsel Kurulu’nu oluşturdu. Kurul temelde matematikçiler ve doktorlardan oluşuyordu ve kurulu yönetim otoritesi de Ulusal Danışma Etiği Komitesi’ne (National Consultative Ethics Committee) verildi.

Şunu akıldan çıkarmayalım, salgın karşısında, bilim insanlarının geneli arasında bir fikir birliği yok. Haliyle, bu Konsey üyelerinin seçimi, ilk elden sesini duymak istemedikleri bilim insanlarının dışlanmasına ve meydanın sesi siyasetçilere hoş gelenlere kalmasına neden oldu. Dahası, bu mekanizmaya başkanlık edecek yasal kimliğin mekanizmasının, insanları zorunlu olarak özgürlüğünden mahrum etme yönünde biçimlendirilmesine olanak tanırken, Anayasa’ya da aykırı hareket edilmiş oldu.

Başka bir deyişle, Komite, Cumhurbaşkanı ve hükümetin sorumluluğunu, yurttaşlardan nazarında unutturacak salt bir siperlik görevini üstlendi. Üstelik, hiçbir hukuki temele dayanmayan bu komite oluşturulmazdan önce, hâlihazırda mevcut olan, Halk Sağlığı İdaresi ve Halk Sağlığı Yüksek Kurulu vardı. Salgını önleme ve uygulanacak tedaviler konusundaki tartışmalar çabucak ağız dalaşına dönüştü. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Macron da ikinci bir yapıyı tayin etti, adına da Araştırma ve Ekspertiz Komitesi (Research and Expertise Analysis Committee) denildi. Görevi ise işleri yoluna koymak oldu. Bu yeni yapı, bilimsel bir platform olmaktan çok, CEPI’nin tutumunu, tarafsız deneyimli doktorlara karşı savunmak dışında bir şey yapmadı.

Siyasetçilerin görevi, yurttaşlarına hizmet etmektir, yoksa resmi arabalarda sefa sürmek ve korktuklarında da yardım çağrısında bulunmak değildir. Doktorların görevi, hastalarını sağlıklarına kavuşturmaktır, yoksa Seyşel Adaları’nda düzenlenen, plajlara nazır seminerlere gitmek değildir.

Matematikçilerin durumu ise farklıdır. Onların görevi gözlemleri ölçmektir. Bir kısmı iktidar sevdasına paniğe neden oldular.   

Bir bilim olarak Siyaset ve Tıp
Siyasetçiler ve doktorlar beğense de beğenmese de, siyaset ve tıp bilimsel iki alandır. Geçtiğimiz on yıllık dönemlerde, her nasılsa, her iki uzmanlık alanı da, kârın cazibesine yenik düştü ve Batı’da en yozlaşmış meslekler haline geldi. Bunu yakından izleyen bir başka meslek gurubu da gazeteciliktir. İçlerinden pek azı, amentülerini sorgulama uğraşına giriştiler, -ki bu zaten bilimsel etkinliğin temel ölçütüdür. Şimdilerde kariyerleri bunun üzerine yükseliyor.

Bu toplumsal çürüme karşısında kendimizi pek çelimsizce savunuyoruz. İlk olarak, siyasetçileri eleştirme konusunda pek bir cevval davranırken, garip bir biçimde aynı cevvalliği doktorlar karşısında gösteremiyoruz. İkinci olarak, hastalarını kurtarabildiklerinde onları tebrik etmekten imtina ederken, kurtaramadıklarında dava etmekten geri durmadığımız gibi, ilaç endüstrisi eliyle batağa sürüklenmelerine göz yumuyoruz.

İlaç endüstrisinin, en büyük lobicilik bütçesine ve “tıbbi satış temsilcileri” olarak adlandırılan, gelişmiş ülkelerdeki tekil doktorlara kadar uzanan büyük bir lobicilik ağına sahip olduğu bir sır değil. Sözü edilen atlı karınca üzerindeki on yılların ardından, tıp biliminin icracıları, amaçlarının bilincinde olma durumundan uzaklaştılar.  

Siyasetçilerin bir kısmı ülkelerini korudular, diğerleri bunu yapmadı. Doktorların bir kısmı hastalarını iyileştirdiler, diğerleri bunu yapmadı.

Covid-19 şüphesi olan ve hastaneye nakledilen hastaların, bir takım hastanelere kabul edilmesi durumunda, diğerlerine kabul edilme durumları ile karşılaştırıldığında, ölüm olasılıkları 5 kat daha fazla oldu. Öte yandan, onları tedavi etmekle yükümlü doktorların tamamı, aynı bilgi ile donatılmış ve aynı ekipmanlara sahiptiler.  

Her hastanede verilen hizmetin sonuçlarının kamuoyuna açıklanmasını talep etmeliyiz.

Profesör Didier Raoult, enfekte hastaları başarı ile tedavi ediyor, bu nedenle Marsilya’daki çağdaş bilişim enstitüsünü kurabildi. Profesör Karine Lacombe, sanayici Gilead Science için çalışıyor, bu sayede Paris’teki Hôpital Saint-Antoine hastanesinin bulaşıcı hastalıklar bölümünün başına getirildi. Gilead Science, daha önce Donald Rumsfeld tarafından işletilen şirkettir, – bilindiği üzere bu kişi, dünyadaki en pahalı ancak en az etkili ilaçları üretir.

Lütfen sözlerimi yanlış anlamayın, sağlık çalışanlarının yozlaşmışlığından söz etmiyorum. Dile getirmeye çalıştığım, bu kesimin “mandarinlerce” yönetildiği ve söz konusu yönetimin geniş kesiminin yozlaşmış olduğudur. Gelişmiş ülkelerin çoğunun sağlık bütçelerinin çok üzerinde bir bütçeye sahip olan Fransız hastanelerinden, böylesi kötü sonuçlar alınıyor olması sorunludur. Söz konusu olan para değildir, bu paranın nasıl kullanıldığıdır.

Tıbbı yayıncılık artık bilimsel ölçütlerle yapılmıyor
Tıp alanında yapılan yayıncılığın / haberciliğin bilimsel olduğunu söylemek mümkün değil. Fizikçi Alan Sokal’ın 1996’da kınadığı ideolojik önyargılardan söz etmiyorum.3 Bugün yayımlanan makalelerin dörtte üçünün doğrulanamayacağı gerçeğine dikkat çekmeye çalışıyorum.

Söz birliği etmişçesine, ana akım medya, Raoult protokolünü kınayan ve Gilead Science’ın ilacı Remdesivir’in yolundaki engelleri kaldıran bir çalışmanın Lancet’te yayımlanmasının ardından, çalışmanın lehine, bir zehirleme kampanyasına dahil oldu.4 Rastgele seçilmiş olmaması, doğrulanamaması ve ana yazarının, Boston’daki Brigham Hastanesi’nde Remdesivir’i tanıtmak için çalışan Dr. Mandeep Mehra olmasının bu bilgiyi yayan ve yayımlayan çevrelerce bir önemi yok. Kısaca bu yapılanın bir onursuzluk olduğunu kimse önemsemiyor. Tek dert, The Guardian’ın biraz kazı çalışmasıyla, bu çalışmanın temel verilerinin açıkça tahrif edildiğini yazmasıdır.5

Bu “çalışmayı” okuyun, gözlerinize inanamayacaksınız: böyle bir aldatmaca, The Lancet gibi “prestijli bir bilimsel dergi” (sic) de nasıl yayımlanabilir? Peki, The New York Times veya Le Monde gibi “referans” niteliğindeki siyasal medyada (sic) da benzer aldatmacalar görmediniz mi? The Lancet, dünyanın en büyük tıbbi yayımcısı olan Elsevier Group tarafından yayımlanıyor. Bu yayın grubu kârını, fahiş fiyatlı tekil makalelerin satışı ve ilaç endüstrisince, kendi ürünlerinin reklamını yapmak üzere çıkarılan, sahte bilimsel dergiler üzerinden elde ediyor.6   

Kısa bir süre önce, sizi, NATO’nun bazı “güvenilir” (sic) bilgi kaynaklarını, arama motorları üzerinden, diğerlerinin aleyhine destekleme operasyonu yaptığı konusunda uyarmıştım.7 Hoş, bir yayıncını ya da medyanın adı, ehliyet ve dürüstlük konusunda koşulsuz bir güvence değildir. Her kitap, her makale, kendi başına ve okuyucu tarafından salt kendi eleştirel düşünüş etkinliği ile değerlendirilmelidir.    

“Bilimsel oydaşım” Bilim’e karşı
Birkaç yıldır, diplomalı bilim insanları, artık bilimle değil uzmanlık alanlarındaki fikir birliği ile ilgililer. Sözü edilen durum, gökbilimcilerin Galileo’ya karşı güçlerini birleştirdiği 17. yüzyılda da böyleydi. Onu susturmanın bir yolunu bulamayınca da yüzlerini, onu yaşam boyu hapse mahkûm eden kiliseye döndüler. Roma, bunu yaparken sırtını “bilimsel oydaşıma” dayamıştı.

Benzer biçimde, 16 yıl önce, Paris Temyiz Mahkemesi, yazdıklarımın yanlış olduğuna hükmeden ve beni karalayan belli başlı gazeteler hakkındaki şikâyetimi, “gazetecilik oydaşımı” diyerek düşürdü. Mahkeme için ileri sürdüğüm kanıtların bir hükmü olmadı.

Ya da, İngiliz eski başbakanlarından Margaret Thatcher’ın, dolaşıma soktuğu “küresel ısınmaya”, “bilimsel oydaşım” eliyle hepimiz güçlü bir biçimde inandık.8 Konu hakkındaki birçok başka bilimsel çalışmaya kulaklarımız tıkadık.

Gerçek, bir görüş değildir, bir süreçtir. Üzerine oylama yapılamaz, yapılabilecek olan ise her daim sorgulanmasıdır.

Voltaire Network | Halep (Suriye) | 2 Haziran 2020

Türkçesi: Ebru Tutu

İngilizceye çeviren: Roger Lagassé

Makalenin İngilizcesinin linki: https://www.voltairenet.org/article210039.html


[1] “Covid-19: Neil Ferguson, the Liberal Lyssenko”, by Thierry Meyssan, Translation Roger Lagassé, Voltaire Network, 20 April 2020.
[2] “Covid-19 and The Red Dawn Emails”, by Thierry Meyssan, Translation Roger Lagassé, Voltaire Network, 28 April 2020.
[3] Impostures intellectuelles, Alan Sokal et Jean Bricmont, Odile Jacob éd. (1997).
[4] “Hydroxychloroquine or chloroquine with or without a macrolide for treatment of COVID-19: a multinational registry analysis”, Mandeep R. Mehra, Sapan S. Desai, Frank Ruschitzka, Amit N. Patel, The Lancet Online, May 22, 2020.
[5] “Questions raised over hydroxychloroquine study which caused WHO to halt trials for Covid-19”, Melissa Davey, The Guardian, May 28, 2020.
[6] “Elsevier published 6 fake journals”, Bob Grant, The Scientist, May 7, 2009
[7] “The EU, NATO, NewsGuard and the Voltaire Network”, by Thierry Meyssan, Translation Roger Lagassé, Voltaire Network, 5 May 2020.
[8] “1997-2010: Financial Ecology”, by Thierry Meyssan, Translation Roger Lagassé, Оdnako (Russia) , Voltaire Network, 7 December 2015.