Kira fiyatlarındaki akıl almaz artış barbarlık dönemine dönüldüğünün göstergesi midir

Bir süredir farklı kentlerde yaşama deneyimi içindeyim. Kentlere dair ön gözlem yapabilmek adına çeşitli verileri değerlendiriyorum. Değerlendirmeye dahil ölçütler arasında kira fiyatları da var. Kentin düşünüşüne dair epeyce fikir verdiğini söyleyebilirim. İstanbul’dan uzak olduğum süre boyunca oradaki değişimi takip edebilmek adına da yine kira fiyatlarına bir bakayım dedim. Aklım uçtu. Bu kadarını beklemiyordum.

Güzelim kenti, c’anım İstanbul’u bu yamyamlığa reva görmeye nasıl içiniz elveriyor anlayamıyorum. Kentte hala yaşadığını düşündüğüm iyi insanların tamamı mı terk etti. Kent otoritesi bu konuda ne yapıyor, yurttaşlar nasıl içlerine sindiriyor bu durumu, anlamakta güçlük çekiyorum.

Öğrencilerin barınma konusunda yaşadığı çile vesilesi ile kısa bir süre konuşuldu sonra yine sessizliğe bürünüldü. Bu suskunluğun bedeli ağır olacak, bunun görülememesi de zihinsel tahribatın büyüklüğünün bir göstergesi.

Birikimin “emek” üzerinden yapıldığı günlerin geride kaldığını, ifşaatlardan yola çıkarak gözlemleyebiliyordum. Gezdiğim kentlerin köylerinde yapılan lüks evlerin de bunun bir göstergesi olabileceği aklıma gelmişti. Yavaş yavaş tespitimin doğru olabileceğine inanmaya başladım.

Çalışarak kazanılabilecek paralar talep edilmiyor olması, paranın kaynağının ne olduğunun da artık bir öneminin kalmadığını mı söylüyor bize. Herkes mi ilkeleri terk etmeye bu kadar meyilliymiş, anlayan beri gelsin. Kentin merkezindeki ilçelerde yaşanabilir konutlar için talep edilen kiraları ben başka türlü açıklayamıyorum.

Bir süredir akademik dünyada yeni bir kavram dillendirilmeye başlandı: “Yeni feodalite”. Bu sınıfın birikimi toprak ve köle emeği üzerinden değil elbet. Bu sınıfın sermaye birikiminin kaynağının piyasa ilişkileri olmadığı söyleniyor. Tıpkı “prekarya” kavramı gibi bu yeni kavrama da oldukça mesafeliyim.

Ancak birikimin kaynağının ne olduğu ile yakından ilgilendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Birincil kaynağın, “emek” olmadığı yönünde ciddi göstergeler çarpıyor gözüme. Bu, insanlık için felaketle sonuçlanacak bir yol. Çürümenin, insanlıktan fersah fersah uzaklaşmanın da birincil nedeni.

Kavramlar ile oynamak yerine kötülüğü besleyen kaynakları kurutmak her dünya yurttaşının birincil ödevi diye düşünüyorum. Günlük kişisel çıkarları kovalamanın artık kısa ya da uzun vadede insan için bir getirisi olmayacak. Araçsal, pragmatik, faydacı aklın son geldiği noktanın açıldığı kapı faşizmdir. Bu da insanın düşünme ediminden vazgeçmesi anlamına gelir. İşte felaket de burada başlar.

Bilgi ve gözlemlerimdeki eksik noktalarla benim görebildiğim, anlayabildiğim, dile getirebildiğim bu minvalde.

Ez cümle, bir odaya 4 bin lira kira istenmez. Tüm denetim mekanizması ortadan kalmış ve istenebiliyorsa orada çok büyük sorun vardır. Barınma hakkı, tıpkı eğitim, sağlık, beslenme gibi temel ihtiyaçtır ve anayasa ile korunma altına alınmış olması gerekir. Öyle değilse, barbarlık devrinin kapıları açılmış demektir.

Başta İstanbulluların sonra tüm yurttaşların düşünüşüne sunulur.

Sevgilerimle…

Yeniden soluk alabilmek için sosyalizm

Söylemeyi sürdüreceğim. Orman yangınları, kapitalizmin yarattığı iklim krizinin bir sonucudur. Müdahale etmeme iradesi ise yine kapitalizmin ayakta kalmak için sarıldığı katıksız kötülüğün yaşama geçirilmiş biçimidir.

Kapitalizmin taşıyıcısı neoliberal akıl için yolun sonu geldi, tarih sahnesinden çekilmeden önce Neron ruhu ile hareket ediyor.

Kapitalizm sermaye birikimini önceler, birikimin ana koşulu da genişlemektir. Kimi zaman savaşlar çıkararak, kimi zaman da uluslar üstü şirketler eliyle alanını genişletme çabası içine girer ve bundan vazgeçemez. Doğasıdır bu. Onu ayakta tutar.

Şimdi öyle bir bataktaki artık doğaya da fütursuzca saldırıyor. Kötülüğün kendisi haline geldi.

İnsanlığın önündeki tek seçenek yaşamı önceleyen sosyalizmdir. Ya sosyalizm ya barbarlık. Ortası yok bunun. Gözünüzü kapatıp geçmesini beklemek artık bir seçenek değil/hiç olmadı. Çünkü geçmeyecek. Kendiliğinden tarih sahnesinden çekilmeyecek.

Örgütlü toplum karşısında kapitalist aklın aparatı faşizm, kuyruğunu kıstırıp tıpış tıpış çekilecektir yaşamlarımızdan. Sonrası iyilik güzellik…

Bu çağ yangınını örgütlü halk söndürecek!    

Foto: Tele1TV

Kısa Not: Yangın söndürme araçlarına yüzde 100 zam gelmiş. Kapitalist aklın bir veçhesi olan araçsal/faydacı aklın işleyişi böyledir. Acıyı da sermayeye eklemenin bir yolunu mutlaka bulur.

Sıkışmışlıktan çıkış mümkün!

Paçavra ile Sözcü okuyup, Halk TV izleyenler arasında sıkıştık kaldık. İki kesim de ton olarak farklılık gösteriyor kendi içinde. Zihinsel dünyalarına geldikte, dertleri ortak, zihnin devinim içindeki işleyişini donuklaştırıp yaşamı belirli bir form içine hapsetmek. Eşitlik, özgürlük, adalet kavramlarından anladıkları ise “benim için eşitlik”, “benim için adalet”, “benim için özgürlük”.

Biribirinin karşıtı olduğunu düşünmemizi de istiyorlar. Oysa ikisinin de büyük harflerle bağırdıkları kavramların üzerini örttüğü gerçek, “paylaşım savaşı”. Neyi mi paylaşamıyorlar. Gerek özel gerekse kamusal alanda yaratılan iktisadi gücün getirisi olan parasal gücü, o gücü koruyabilecek kadroları paylaşım savaşı içindeler. Dertleri insan, doğa, evren, canlı cansız varlıkların mutluluğu ile anlamlı yaşam değil. Yaşamın canlılığı ile devingenliğini tahrip etmeden duramıyorlar. Keskin çizgilerle ayrıştıklarını da düşünmek doğru değil. Çıkarları örtüştüğünde birlikte hareket edip, dengeler bozulduğunda ise boğaz boğaza gelebiliyorlar.

Güç/paylaşım savaşı esnasında hiç çekinmeden düşünüş dünyasını maniple ederek insanı mekanik bir eşyaya dönüştürebiliyorlar. Zihnini bu iki toplumsal örgütlenmeye teslim etmiş insanların yüzüne dikkatlice baktığınızda içlerindeki yaşama sevincinin sökülüp alındığını siz de göreceksiniz. Bedenleri kaskatı, gülümseyişleri sahte. Bir mutant türler adeta, insan diyemeyeceğimiz varlıklara dönüş(müş)türülmüşler.

Yığınlar halinde, belli kodlarla devinen güruhları görüyorum onlarda, özgür İnsan/yurttaş olabilenlere rastlayabilmek zor. Sabitlik, hareketsizlik zihin dünyalarını kas katı kılmış. Hareketsiz kalan düşünüş de güdükleşmiş.

Gözlemde doğruluk payı var, eleştiri de gerçeği yansıtıyorsa sorunun çözümü belli o vakit. Bu iki gurubun da tonları insancıl yaşamı imlemiyor. İnsancıl yaşam sıçrayış ile mümkün olacak. Zihinsel dünyada ileriye doğru sıçrayışın mümkün olabileceği toplumsal işleyiş sosyalizm, komünizm, anarşizm yelpazesinde üretim ilişkilerini yeniden düzenleyerek mümkün olabilir.

Ütopik düşler bunlar diyenlere de iki çift lafım olacak: Zihniniz kararmış sizin, umut ile sevincin yerine koyduğunuz eşyayla olan fetiş ilişkiniz, insanı da dünyayı da karartmaya ant içmiş. Doğanın işleyişi zaman içinde sizi yanlışlayacaktır.

Kendi başına düşünmeye cesaret et!

Aklı donuklaştırarak yörüngesinden çıkarıp sabitleyen komplocu düşünüşün son durağı faşizm

Aşırı sağcı aşı karşıtı düşünüş, sosyal demokrasi ile örgütlenmiş zihne de sızmaya başlamış, önlem alınması gerektiğini düşünüyorum. Kötülük, zihni kuşatma ve düşünüşü paralize etme konusunda saldırısını her alanda sürdürüyor. Bugün, Burhaniye-Pelitköy Sahil aracında (4 NUmara) yaşadıklarım bu gözlemimi pekiştirdi.

Birazdan cümlelere dökeceğim anekdot ilkelerini sağlam temeller üzerine oturtamamış zihnin nasıl dumura uğratılabildiğini de açık seçik ortaya koyuyor diye düşünüyorum.

Pazartesileri kurulan Burhaniye pazarı nedeniyle, Pelitköy Sahil- Burhaniye arası ulaşım esnasında aklınıza hiç gelmeyecek sorunlarla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Pandemi nedeniyle araçlarda çok fazla yolcu olmaması gerekiyor. Kısıtlamalar gevşetilse de virüsün yayılımı delta varyantı nedeniyle hız kesmeden sürüyor.

Bugün ulaşım hizmeti aldığım iki araç da hınca hınç doluydu. Sabah pazara inerken şoförü uyardık. Şoför direndi, yolcuların bir kısmı, “e, 20 dakika daha mı bekleyelim” diyerek direndi. Uyarılarımız karşılık bulmadı. Öğlen dönüş aracı yine hınca hınç doluydu. Bıkmadan usanmadan yine uyarımı yaptım, ancak bu kez aldığım yanıtlar karşısında şaşkınlığımı ve cehalet karşısındaki çaresizliğimi gizleyemedim ve tansiyonum fırladı sinirden.

Balıkesir Büyükşehir Belediyesince işletilen hattın şoförünün yanıtını aynen aktarıyorum. “1 Temmuz itibarı ile serbest, istediğim kadar yolcu alırım. Beğenmiyorsanız taksiye binin. Şikayetiniz varsa devlete iletin.” Benim yanıtım, “ Hani birbirimizin canını emanet almıştık. Hani yaşamak için birbirimizin canına hassasiyet gösterecektik. Pandemi henüz bitmedi, kısıtlamalar gevşetilmiş olabilir, yanlış kararlar alınmış olabilir, bunu bizim telafi etmemiz gerekmez mi? Yanlışta ısrar etmek bir çözüm mü?” Sözlerim karşı zihinlerdeki etkisinin olumsuz olduğunu minibüstekilerin beni susturmaya çalışmasından anladım. Çoğu memur emeklisi, sosyal demokrat insanlar. Pelitköy Sahil böyle bir yer. Hatta ileri gidip “Ne yapalım kardeşim durakta bir saat daha mı bekleyelim, bindik işte gidiyoruz.” Benim yanıtım, “Yoğun bakımda ölümü bekleme süreniz kadar uzun değildir.” Doğrusu artık sabır taşımı çatlatmışlardı ve sesimin tonu da daha serte doğru değişti. Susturulma çabaları da aynı sertlikte arttı. “Konuşmayın hanım efendi etrafa mikrop saçıyorsunuz.” yanıtı geldi.

Sonraki diyaloglar küçük bir bebeğin yaşamını da etkilediğinden üzüntüm ve cahillik karşısındaki öfkem daha da arttı. Almanya’dan bebeği ve eşiyle tatile geldiğini halinden ve konuşmalarından anladığım gençten biri beni cahillikle suçladı ve komplo teorilerini sıralayıp burada yinelemek istemediğim aşırı sağcı söylemi tüm fütursuzluğu ile minibüstekilerin zihinlerine salıverdi ve kabul de gördü. Bilime ve aşıya inanmadığını benim konuyu yeterince araştırmadığımı ve cahil olduğumu söyledi. Ben de söylemimi bilim insanlarının aktardığı verilere dayanarak kurduğumu TTB’nin adını vererek anlatmayı denedim. Bu kez de aldığım yanıt doktorların meslek örgütünün son bir yıldır siyasallaştırıldığını ve halkı doğru bilgilendirmedikleri yönünde oldu. Dilim tutuldu cahilliği karşısında. “Paçalarınızdan cahillik akıyor, insanların zihinlerini daha fazla kirletmeyin” diyerek susturmayı denedim. Başarılı olamadım. Bu kez de tezini doğrulamak için pusette yatan bebeğini örnek gösterdi. “Bakın dedi o kadar cahilsiniz ki, ben araştırıyorum, bebeğime hiçbir aşıyı (bebeklik çağında yaptırması gereken aşılardan söz ediyor) yaptırmadım. Yaptırmam da.” “Bebeğinizin yaşamını sizin ellerinize emanet etmek yanlış olur diyecektim ki” tuttum kendimi. İneceğim durak da böylelikle gelmişti. Susup indim. Yaşadığım tecrübe düşünüşün dehlizlerinde gezinmeyi seçmiş biri için tam bir kâbustu. Ancak bu kadarını sözcüklere dökebiliyorum.

Kitap okuma oranının yüksek olduğu, eğitimli insanların çoğunlukta olduğu bir bölgede yaşadım bunları. Nereye koyacağımı da inanın henüz bilemiyorum. Zihnin işleyişine saldırının şiddeti ve yayılımının ne kadar hızlı arttığını söyleyebiliyorum şimdilik. Böyle diyaloglara, daha önce yaşadığım Tunceli’de de maruz kalmıştım. Komplocu aklın bu kadar kolay kabul görüyor olması karşısında şaşkınım.

O kitaplar nasıl okunuyor? Neden, nasıl sorularının ertelenmesi gerçekten düşünebilen bir zihin için bu kadar kolay olabiliyor mu? Dogmatik, sabitlenmiş faşist aklın karşısında diyalektik devingen aklın alabileceği önlemler konusunda bir araya gelinip ciddi çalışmalar yapılması ve toplumu hızla yeniden, sorgulayan eleştirel aklın yörüngesine sokmanın gerekliliği her günkünden fazla diye düşünüyorum. Pragmatik, faydacı aklın alan açmasıyla yükselen faşist bir düşünüş yaşamın devingenliğini dondurmaya ant içmiş bir kararlılıkla günlük dile sızmayı ısrarla sürdürüyor. Ortaçağ karanlığı kapıda.

Son olarak, 153’u arayarak şoförün tavrını Büyükşehir Belediyesi’ne ilettim. Bir umut. Ancak komplocu akıl karşısında daha kapsamlı, örgütlü bir aydınlanma mücadelesine gereksinim var.

Umutla🌺✊🐞

Küçük burjuvanın tarih sahnesindeki rolüne dair bir kesit

2000’lerin başında milliyetçilik kavramı üzerine düşünüşlerim zihnimi aştığından, bir de Londra’da yaşadığım yıllarda Balkanlar’daki boğazlaşmanın yarattığı şiddet sarmalından kaçıp gelmiş arkadaşlarımdan, o döneme dair dinlediğim yaşam kesitlerinin yarattığı travmadan, eski Yugoslavya’nın farklı bölgelerine iki kez seyahat ettim.

Seyahatlerim esnasında arkadaşlarım vasıtası ile içeriden gözlem yapabilme olanağı bulabilmiştim. Söyleşiler gerçekleştirdim.

Benim için en akılda kalıcı olanı, vahşetin gerçekleştiricileri olarak eline silah almışlardan daha fazla, kalem almış, eğitimli orta sınıfa işaret ediliyor olması idi. Çünkü o güne kadar, eğitimli sınıfın ihanet içinde olmasının çok olası olduğunu düşünememiştim.

Aydın/Eğitimli/Mürekkep yalamış takımı/Üniversite görmüşler kategorisinin benim zihnimdeki izi sadece halka/yurttaşa olan sorumluluğa işaret ediyordu. Zira toplumsal ortak değerden fırıncının payına düşemeyeni mühendis alabildiğinden üniversite görebilme imkanı elde edebiliyordu.

Sarsıldım. O günden beri de orta sınıf ihanetini dert edindim. Yazılarımdaki vurguların öyküsü budur.

Söyleşileri sabırla okumanızı öneririm. Hassas noktalara parmak basmanın yanı sıra, neoliberal düzeneğin işleyişine dair, döneme dair de, yaşam öyküleri özelinde önemli detaylar içeriyor diye düşünüyorum.

Sevgiyle kalın…🌺🐞

Geleceğe umutla bakabilmek nasıl mümkün olur

“Gazeteciler haberi kimin için yapar”: Bu soru, bir süre parçası olduğum basın sektöründeki gözlemlerim üzerine 2004 yılında sorulmuştu. Öncesinde de gerçeği görebilenlerce kezlerce soruldu.

Bugün gelinen noktada “kavramın kendisinin” sektör içindeki hakimiyeti ortadan kalkmış gözüküyor. Pisliğin bunca yayılımına da, öyle anlaşılıyor ki, kendini bu kavram altında tanımlayanlar aracılık etmişler. Daha da açık söylemek gerekirse, kavramın hakikatini araçsallaştırarak bir toplumun çürütülmesine/çürümesine aracılık etmişler. Hem de bilerek ve isteyerek.

Şimdi, kavramın hakikatine dönmesi için daha yüksek perdeden, daha kararlı bir mücadele sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Artık meseleler halının altına süpürülemeyecek kadar ayan beyan ortada.

“Akademi” kavramının hakikatine dönme çabaları bir süredir kararlılıkla sürdürülüyor, en azından Boğaziçi Üniversitesi’nde. Yaygınlaşmasını hala beklemekteyim. Fikrimce, her alanda içleri boşaltılan kavramların hakikatine dönme mücadelesi verilmediği sürece, -ki o hakikat bir günde oluşmadı- geleceğe umutla bakabilmek zor gözüküyor.

Kurtarıcı bekleme çağında değiliz

Değerli Dostlar,

Olup biteni, teorik düzeyden pratik düzeye indirirken (düşünme yöntemi olarak somut-soyut-somut), hakkını vererek anlamaya çalışırken, Ahmet Şık’ın ancak toplumsal güçlerin biraradalığının bu pisliği temizleyebileceği, topyekün bir toplumsal harekete gereksinim duyulduğu çağrısı, zihnimin belirli bir nokta üzerine odaklanmasına neden oldu.

Şimdi anlatmayı deneyeceklerim, kimyada kullanılan STP (Standart Temperature Pressure) yöntemi veya felsefede Ockham Usturası yöntemi olarak bilinen usul kullanılarak da anlaşılabilir.

Toplum olarak, yine bir kurtarıcının ortaya çıkıp olup biteni bizim için yoluna koymasını bekliyoruz. Özne olma gibi bir niyetimiz olduğu kanaati oluşamıyor bir türlü. Oysa toplumsal özne olarak tarih sahnesine çıkabilmenin yolu bireysel öznelerin kararlılığından kaynaklanıyor. Güneşli günlerin kendiliğinden gelmesi zor, bunu tarih boyunca deneyimledi insanlık.

Hegel, Minerva’nın baykuşunun karanlık çöktükten sonra havalandığını söyler, ancak ben yine de karanlık çökmeden de, olayların sıcaklığı içinde, gerçeğin nüvelerinin kendini gösterdiğini düşünenlerdenim.

Görebildiğim kadarı ile, Geist/Tin/Düşünce/Tarih’in insanlıktan beklentisi, en azından bizim yaşadığımız topraklar üzerinde, artık tarih sahnesine, çocukluk çağından çıkıp, sorumluluk almaya niyetli özneler kümesi toplamı olarak ÖZNE olarak çıkmamız yönündedir.

Aydınlar, gerçeği halk için/halk adına ortaya koyabilmek adına can verdi/bedel ödedi, ödüyor. Toplum olarak da arkalarından gözyaşı döktük. Artık onların yükünü paylaşma vaktidir. Şimdi soru şu: Örgütlü kötülüğün karşısına birleşik toplumsal güçler olarak dimdik, hep birlikte çıkabilecek miyiz? İyilik cephesi, bulunduğu her ortamda, kötü ile mücadelenin birleşik yöntemini geliştirebilecek mi? Buna niyetli mi?

Bizden bekleneni doğru kavrayabilirsek tarihe yön verebiliriz. Gerisi, “tarih tekerrürden ibaret” yanılsaması içinde dönüp durmak ve zihnin işleyişini bir milim sıçratamadan bu yaşamı bırakıp gitmekten ibaret olacaktır. Kavrayabildiğimi dilim döndüğünce, sözcüklerim yettiğince ancak bu kadar ifade edebiliyorum.

Sevgiler. ✊🌻✍️🌺⏰

Döngüsellik kırılabilir olandır.

Biribirimizin yaşamlarına çökme hakkını nereden buluyoruz

Yeni bir kitap çevirisi üzerine yayınevinden gelen sözleşme örneğinin düşündürdüklerini paylaşmak isterim.

Günlerdir en fazla kullandığımız kavram, “çökmek” kavramı. Bugün aldığım sözleşme örneği de bu kavramı benim özel gündemime sokmuş oldu.

Üşenmedim sözleşme ile ilgili görüşlerimi yazdım Genel Yayın Yönetmenine. Sizinle de paylaşayım:

“Gönderdiğiniz sözleşmeyi okuduğunuzu düşünerek, bu sözleşmede çevirmen lehine, onun emeğine saygı gösterildiğini görebileceğimiz tek bir madde bulunuyor mu?

Bugünlerde sıkça “çökmek” kavramı üzerine düşünüyorum. Sanki burada da yayınevi emeğe çökme kaygısı ile hazırlatmış bu sözleşmeyi. Felsefe ile alakadar olduğunuzu söylemiştiniz, buradan cesaretle soruyorum: Biribirimizin yaşamlarına çökme hakkını nereden alıyoruz ve bundan vazgeçmeyi düşünüyor muyuz?

Vakit ayırıp şu iki yazıyı okursanız sevinirim:

Bir de gerçekten merak ettiğim için soruyorum: Kendinizi bile isteye bu bataklığa niye mahkum ediyorsunuz? Gerçekten çıkış olmadığını mı düşünüyorsunuz?

Birileri bu yaşamı bizim için daha iyi yapmayacak, bunu ancak biz yapabileceğiz. Bunu bildiğinize eminim, sadece anımsatmak istedim.

Kolaylıklar ve yeni yaşamı kurma mücadelesinde bolca cesaret dilerim size. “

Bu konuda çok ciddiyim, çürümeye alan açan toplum olarak biziz. Bu tekil örnek de benim yaşamımdan. “Hayır” diyebilmek de bizim elimizde göz yummak da. Bir tercih yapıyoruz demek istediğim. Dilim ancak bu kadarına dönüyor, umarım meramımı anlatabilmişimdir. Güneşli günler kendiliğinden gelmeyecek.

Sevgiler…🌻☀❤🥀✊

Kısa not: Benzer yazışmaları yaşadığım şehirlerde karşılaştığım sorunlara dair ilgili kurumlarla/kişilerle de yapıyorum. Niye diye soran olursa, “Bir umut işte!” derim ben de:)

Bir çıkış olmalı

Değerli Dostlar, yukarıda paylaştığım elektronik postaya yanıt geldi. Yanıt ile ilgili düşüncelerimi de paylaşayım. Düşünsel dizge döngüsünü tamamlanmış olsun.

Yanıt şöyle: Selamlamanın ardından, “Ben de sizin gibi düşünüyorum Ebru Hanım, ancak yayınevinin mali politikasından uzak duruyorum, yoksa çalışma olanağı bulamam. Umarım farklı mecralarda karşılaşmak dileğiyle…”

İlk anda makul geliyor bu gerekçelendirme. Üzerine biraz kafa yorunca makuliyetin beraberinde getirdiği “durumun normalleştirilmesi” beni yine yukarıda sitemini ettiğim noktaya getirdi.

“Sistem böyle kurulmuş ben de en az kirlenme ile içinde devinmeye çalışıyorum.” Özcesi bu. Orta sınıfın ihaneti derken ben de bundan söz ediyordum zaten. Oraları çoktan geçtik, boğazımıza kadar bataktayız. Kirlenmeden yaşamı sürdürebilmek artık mümkün değil. Bunun için değiştirmek gerek.

Genel Yayın Yönetmeni’nin çevirmenine böyle bir sözleşmeyi göndermeyi zül sayacak günleri inşa etmeyi deneme durağındayız. Başkaca mecralarda olmayacak bu, herkes bulunduğu mecrada bunun mücadelesini vermek zorunda.

Neoliberal aklın insanı parçalayarak ilerleyişi ancak bu biçimde engellenebilir. Çünkü gerçekten, yaşamlarımızı şizofreni ile malul bir yarılmaya mahkûm ederek ilerliyor kendisi. İş’te başka Ev’de başka yaşamlar sürmenin, böylesi bir yarılmanın sürdürülmesi olanaksız. İnsan böyle bir varlık değil.

Bu ikili düzenek ile ilerleme çabasından vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum. İlkelere geri dönüp, bütünselliği yeniden sağlamadan insanlığın güneşli günleri görebilmesi mümkün olamayacak. Naçizane düşüncem budur. Zihinlerinizin katkısına her daim açıktır.

Prometheus: Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların timsali.

Göçebeliğe mahkum edilenlere adanmış bir film

Nomadland, yollara düşmek zorunda bırakılanlara adanmış bir film. Yaşadığı kasabadaki iş imkanı sona erince, hayat arkadaşını, eşini dostunu, komşularını kaybeden bir kadının yola düşüş öyküsünü anlatıyor.

Esaslı bir sistem eleştirisi yapabildiğini söyleyemem. Filmin çekildiği topraklardaki bilinç düzeyinin henüz orada olamamasına da bağlayabiliriz bu durumu. Ancak, hikayenin içinde orta sınıfın ihanetine dair esaslı sol kroşeler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İhanetine rağmen mutlu bir yaşam süreceği konusuna kendini inandırmış sınıfın ortasına, bir başka deyişle geleceğin yılkı atlarının kulağına küpe olması dileğiyle…

İyi seyirler, sevgiler…

Nomadland, senaryosu, yapımcılığı ve yönetmenliği Chloé Zhao’ya ait 2020 yılı yapımı Amerikan drama filmi. Filmde Frances McDormand, kocasının ölümü ve sonrasında bölgedeki fabrikanın kapanması ile hayalet kente dönüşen Nevada’dan ayrılmak zorunda kalıp, evi ve işi olmadığından karavan ile Amerika Birleşik Devletleri’ni dolaşarak yaşamını sürdürmeye çalışan bir kadını canlandırıyor.

Düşünceyi tetikleyen mizahtan neden vazgeçildi

Mizah kavramının karşısına bugün yazılanlar zihnin nasıl dumura uğratıldığının da ayak izlerini taşıyor. Bugün artık düşünceyi tetiklemeye yönelik değil, hazzı dürtüklemeye yönelik güldürmelerin mizah olduğu anlayışı iyice yerleşmiş durumda. İnsanları kolayca güldürüp tonla para kazanmak mümkün.

Neoliberal aklın kuşatması altındaki zihin artık mutlu olmayı sadece keyif almakla özdeşleştirmiş durumda. Güldürü de buna hizmet eden bir formata büründü. Müsebbiplerini de toplumu çürüten unsurlar listesine eklemekte fayda var diye düşünüyorum. Bunca ahlaksızlığa nasıl alan açıldığının analizi hakkıyla yapılamazsa, yeni yaşamın kurulmasını beklemek beyhude.

2000’lerin başında Erol Günaydın ile Sky Life Dergisi için yaptığım söyleşide bu konunun özellikle üzerinde durmuş ve sıkıntının büyük olduğunu söylemişti usta. O dönem zihnimin toyluğundan bunun önemini hakkıyla kavrayamamıştım. Aklın işleyiş ilkeleri, düşüncenin örgütlenmesine dair bilgim arttıkça ustanın söylediklerini bugün daha iyi anlıyorum. Toplum olarak da ağır bedeller ödeyerek öğreniyoruz. Bunca çürümüşlük, kendisine alan açılmasaydı böylesine bir yayılım gösterebilir miydi? Alan açmak nasıl mümkün olabildi peki? Kültürel, eğitim… alanlarına yani kısaca insanın düşünsel dünyasını besleyen alanlara müdahaleler ile elbette.

Aşağıdaki filmi dikkatle izlemenizi öneririm, bugüne dair gelmekte olanı zihnini, hayallerini satmamışlar çoook önceden görebilmiş ve anlatabilmeyi denemişler. Üstelik de zor olan yolu seçerek, yani düşünceyi tetiklemeye yönelik ileri bir adım atarak.

İyi haftasonları.

Döngel Kârhanesi / Yönetmen: Hakan Algül / Senaryo: Necef Uğurlu