Koşulsuzluk sevdasındaki aklın düşün yolculuğunun metodolojisi üzerine düşüngü denemeleri: Bütünü kavrama uğraşı antinomi ile malüldür

Immanuel Kant.

Anlama yetisi ile akıl arasındaki ilişki. Anlama yetisi ve aklın meşru kullanımları ve Transandantal Schein.

Anlama yetisi görü ve kavram üzerinden nesne tesis ederken akıl ise doğrudan doğruya görüler ile çalışmıyor. Öncelikle anlama yetisinin Kant’ın zihninde nasıl bir yerde olduğunu Heimsoeth’in1 ifadeleri ile değerlendirelim;

“İnsan düşünmesi ile doğa arasında, ilkeleri bakımından bir uygunluk vardır. Doğa bize yabancı olan, ‘kendi başına’ bir varlık değildir; görünüşlerin bütünüdür. Doğada olup biten her şey zaman ve mekân yasalarına göre olup bitmek zorundadır. Zaman ve mekân öyle formlardır ki, biz algıladığımız objeleri, ancak bu formlar içinde algılayabiliriz. Nedensellik yasası gibi bir ilke, doğanın en yüksek yasasıdır, demek, doğayla biz, ancak sübjektifliğin, özalgının transandantal birliğindeki düşünme ve algı bağları içinde karşılayabiliriz, demektir.”

Bir bilme çabası olarak anlama yetisi bir düşünme faaliyeti göstermeden aracısız olarak kavramayı ifade eder. Doğrudan doğruya görüler ile faaliyet göstermeyen akıl ise düşünme eyleminin içindedir. Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nde2 Anlama Yetisi maddesinden konuya dair genel bir değerlendirmeyi çalışmaya dahil edelim;

“Anlama yetisi, klasik ve skolastik felsefede, eşyayı, varolanı açık ve seçik olarak algılama, idrak etme yetisine karşılık gelir. Buna karşın, anlama yetisi Immanuel Kant ve Arthur Schopenhauer’da, zeka anlamında kullanılır, yani amacı bilgi edinmek olan işlevler bütününü ifade eder. Oysa bilincin çıkmaz bir sokak olduğunu öne süren Nietzsche’de anlama yetisi, içgüdüden üstün bir yeti değildir. Ona göre, anlama yetisi bir yapım ya da konstrüksiyon olup, başkaca idrak tarzlarını göz ardı etmeye yarar.”

Anlama yetisi ile aklın kullanımını konuşurken aklın daima koşulsuz olana ulaşma eğiliminde olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Koşullar dizisinin bütününü kavramaya çalışan akıl koşulların totalitesi ile meşguldür. Heimsoeth’e geri dönersek Kant’ın Felsefesi adlı yapıtında Transandantal Diyalektik başlığı altında şunları söyler;

“Salt anlama yetisinin bütün bilgisi, bir koşullar yığını içinde olup biter. Örneğin bir olay, nedensellik ilkesine göre, kendisinden öncekine bağlanır ve buna göre ortaya çıkar. Zaman-mekân içinde bulunan bir şeyi, daima bir başka şey belirler. Buna karşılık akıl, anlama yetisinin sınırını aşarak, daima koşulsuz olana ulaşmaya çabalar. Anlama yetisi her zaman bir koşullar yığını içinde (neden-etkinin görülemeyene kadar uzayan dizisi içinde) dönüp dolaştığı halde; akıl, birbiri ardınca sıralanan koşulların dizisinin bütününü kavramak ister. Kant’ın sözleriyle: “Aklın ideleri koşulların totalitesi(bütünlüğü) ile uğraşır”.”

Aklın bütünlüğü kavrama sürecinde düştüğü antinomi ise yine aynı yapıtta belirtilen sentetik a priori yargılara varmak istemesinden kaynaklanır. Burada Kant’ın kullandığı olumsuz anlamla akıl diyalektik bir duruma düşer. Heimsoeth bu durumu insanın kendini yanılması olarak tanımlıyor. Peki buradan çıkış var mı? Alıntılayalım;

Diyalektik kavramı, yanıltan “görüntü mantığı”, insanın kendi kendisini yanıltması anlamını taşır. Bunun sonucu olarak akıl sahibi insanın en özgün, en doğal yeteneği olan metafizik soru sorabilme yeteneği, onu hayali bir başarıya, yalancıktan (pseudo) bir bilime götürür. Bu bilim sadece salt akla dayanan, en yüksek ve en güvenli bilgi olduğuna güvenen metafiziktir. Bu yüzden doğa bilimleri bir kez kanıtlanmış, gösterilmiş olan bilgilere dayanarak, durmadan ilerlerken metafizik sistemlerin tarih boyunca birbirleriyle savaşmalarında şaşılacak bir şey yoktur. “

Artık Transandantal Schein’ı konuşmaya başlayabiliriz. Aklın bu illüzyonu bizi antinomiler konusuna getirir. Evren idesinin bütününü kavramaya azimli akıl, zaman ve mekân ile bağlı insan için gerçeklikle doldurulamayacak boş bir kavram olabilir mi? Kant’ın buna yanıtı ‘Evet’.  Heimsoeth’in pek güzel ifade etti gibi yanılsamanın eşiğine gelinir. Ayrıntılayarak alıntılarsak;

“Zira biz insanlar için gerçek bilgi, algı alanının boyutları içinde olanaklıdır. Gerçi algı alanının koşulları olan zaman ve mekan bizi sonsuza götürür; ama sınırsız olan (mutlak olan) bir yargıya varma hakkını bize vermez; çünkü biz, düşüncemizle bütünü kavrayarak, koşulların dışında olan, hiçbir koşula bağlı olmayan bir birliğe ulaşmayı istediğimiz anda, yanılsama (illusion) başlar. Burada artık terimlerin boş formlarının mantığı, “görüntü mantığı”  çalışmaya, işlemeye başlar; hakikat oldukları aynı şekilde gösterilebilen karşıt teoriler birbirleriyle çarpışırlar.”

Saf Aklın Eleştirisi’nde Mantık ve Mantıksal Uzay adlı makalede H. Bülent Gözkân3 Transandantal Schein’ın kaynakları konusunda 12 nolu dipnotta Kant’tan bir alıntı ile şunları söylüyor;

“ “Kant, paralojizmlerin, antinomilerin ve Tanrının varlığını ispat çabalarının geçersizliği olarak ortaya çıkan Transandantal Schein’ın kaynaklarını şu şekilde ifade etmektedir: “Her Schein, düşünmenin öznel koşulunu, nesnenin bilgisi olarak ele almaktan meydana gelir” (A-396). “Doğanın dizgesel birliğini sağlayan düzenleyici ilkeyi, bir kurucu (Konstitutiv) ilke olarak almak ve aklın tutarlı kullanımının zemininde yalnızca bir idea olarak işlev göreni, özleştirerek (hypostatisch) bir neden olarak baştan kabul etmek, aklı karıştırmaktan başka bir şey değildir.” (B-722). Bunu, şu şekilde de ifade edebiliriz: Schein, deneyimi aşan ve kavranışı transandantal idea ile sağlanan bir nesnenin düzenleyici olmak yerine, kurucu (Konstitutiv) kullanımıdır.”

Son tahlilde, özgür düşünmenin antinomiler tuzağından uzakta mümkün olabilmesinin yolu, düşünen “ben” in kendini inşasının eyleminde kendini gösterir. Düşünmeye cesaret eden “ben” özgürlüğün olanağı ve gerçekleşmesini aklın pratik alandaki kullanımında bulacaktır. Belki buradan Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezleri’ne bağlanıp 11’inci tezine selam vermek iyi olur; Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”

B399, 400’de Transandantal yargı olarak ‘I think (Ich denke)’ kategorilerin taşıyıcısı (mekânı) olarak belirtilir. Transandantal İdeaların taşıyıcısı, mekânı ile ilgili söyleyeceklerimiz var.

Burada kurucu “ben”i konuşmaya başlıyoruz. Kurucu olan “ben” empirik olan benden farklı olarak akan zamanda değişmeyen onu kuşatan bir konumda yer alıyor. Mekân sözcüğünü bu denkleme nasıl dahil edildiğine gelince orada H. Bülent Gözkân’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde Ben’in kuruluşu makalesi yardıma gelecek. Şöyle ki, makalenin 4 no’lu dipnotunda der ki;

“Burada, “ben” bağlamında “mekân” sözcüğünü, empirik olmayan ama empirik olanların zemini olan bir dayanak ortamı, sentetik birliğe sahip bir “topos” olarak kullanıyoruz. En genel anlamında da, bir nesnenin ortaya çıkacağı veya tesis edileceği bir zemini kastediyoruz. Örneğin “yeti” bir mekân değildir; “yargı” ise kavram ve nesnenin mekânıdır. “Saf ben” de, bu bakımdan, yetilerin fiillerini icra edecekleri bir mekândır.”

Transandantal kavramına geldikte, yine aynı makalenin 5 no’lu dipnotunda bu kavramı Bülent Hoca çeviri hatasını da vurgulayarak şöyle tanımlıyor;

“ “Transandantal” kavramı, en yalın tanımıyla, deneyimin a priori zeminidir veya “deneyimlerin olanağının a priori koşullarıdır” ([2], A94/B126); yani deneyimi mümkün kılan, ama deneyim kökenli olmayan, deneyimden türemeyen zemindir. (Türkçe çevirilerde ve bazı yazılarda “transandantal [transzendental]” ile “aşkın[transzendent ]” terimlerinin sürekli olarak birbirine karıştırıldığını ve bunun fahiş bir hata olduğunu belirtelim.“Transzendental” terimini “aşkınsal” ile karşılamak ise sadece Türkçe gramer açısından değil, ayrıca “aşkın”a ilişkinmiş gibi hatalı bir çağrışım nedeniyle de doğru değildir.”

Kant’ın metoduna yakın bir metod ile ilerleyecek olursak, zemini hazırladığımıza göre meramımızı anlatmaya başlayabiliriz. Edilgin bir alıcılıktan öte bir etkinlik olan düşünme eylemi bağlantılar kurmak anlamına gelir. Duyulara dayanan algı alıcılık ile yetinirken düşünme öz etkinliği ile hareket eder. Öyleyse düşünmenin formları anlama yeteneğinin formları olarak ele alınır. Kant, Transandandal Analitik bölümünde mantığın yasalarını değil, düşünmenin temel işlevlerini araştırır. Burada üzerinde durduğu noktada düşünme eyleminin bağlantı kurma edimini içeriyor olmasıdır. “Kavramsız algı kördür” ile Kant, düşünme olmaksızın duyu verileri ile objenin kavranmasının mümkün olmadığını söyler. Prolegomena’da4 konuyu şöyle dile getirir;

“Deneysel yargılar, nesne l geçerliğe sahip oldukları zaman, DENEY YARGILARI dır; sadece öznel geçerli olanlarını ise sırf ALGI YARGILARI diye adlandırıyorum. Bu ikincileri, saf anlama yetisi kavramlarını değil; sadece düşünen bir öznede algıların mantıksal bağlantılılığını gerektirirler. Oysa birincileri, her zaman duyusal görünün tasarımlarından öte, özce anlama yetisinde yaratılmış özel kavramlar şart koşarlar; işte bu kavramlar deney yargısının nesnel geçerli olmasını sağlarlar.”

Algının deneye dönüşmesinden önce ise kurulan yargının farklı bir yargı olduğunu söyler Kant. Deneysel yargıların geçerlilik kazanmasının ancak bir kavram altına sokulması ile mümkün olabileceğini ve bu kavramın da a priori saf anlama yetisinin kavramı olduğunu söyler. İşlevini de görünün yargıda bulunabilmesi için işe yarayacağı biçimi belirlemekten öteye girmediğini vurgular. Prolegomena’nın 20’inci paragrafının sonlarına doğru sözlerini şöyle sürdürür;

“Böyle bir kavram, neden kavramı olsun; o zaman onun altına sokulan görüyü örneğin hava görüsünü, genel olarak yargıda bulunma bakımından belirler; yani yayılma bakımından hava kavramı, koşullu bir yargıda önce gelenin sonra gelenle ilişkisinin kurulmasını sağlar. O halde neden kavramı, tüm olanaklı algıdan tamamıyla ayrı olan saf bir anlama yetisi kavramıdır ve sadece, kendisinin altına giren tasarımı genel olarak yargıda bulunma bakımından belirlemeye, dolayısıyla genel geçer bir yargıyı olanaklı kılmaya yarar.”

Transandantal İdeaların taşıyıcısı (mekânı) akıldır. Zihnin Tanrı ve Ruh gibi aşkın bir doğal yönelimi olduğunu kabul eden Kant, kavramların meşru kullanımlarının deneyim alanıyla sınırlanması gerektiğini söyler. Deneyimi düzenleyip organize eden kavramlar veya idealar bilim temellendirilmesinde bize bir zemin verir. Bu idealar varlığın bütünlüğünü kavramak hatta ona nüfuz etmekten çok deneyimin nesnelerinin kuruluşunu ve birbirleri ile olan bağlantılarını görmemiz konusunda düşünmeye cesaret eden zihne destek verirler. Bilimsel bilginin edinim metodu da böylelikle kurulmuş olur. Her şey zihnin içinde olup bitenden ibarettir. Bu işleyişin metodolojisi üzerine kafa yoran Kant, onun sınırları içinde dünyayı kavramamız konusunda yol gösterici olacaktır.

Kaynakça
1
Heinz Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi. Çev. Takiyettin Mengüşoğlu. Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007.

2 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü. Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2005.

3 Bülent Gözkan, Academia.edu. https://www.academia.edu/29973629/SAF_AKLIN_ELE%C5%9ET%C4%B0R%C4%B0S%C4%B0NDE_MANTIK_VE_MANTIKSAL_UZAY_LOGIC_AND_LOGICAL_SPACE_IN_THE_CRITIQUE_OF_PURE_REASON

4 Emmanual Kant, Prologomena. Çev. İonna Kuçuradi, Yusuf Örnek. Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2002.

Kant’ı anlamaya yönelik birkaç soru: Marx’la yolları nerede kesişti

Immanuel Kant ile Karl Marx’ı karşılaştırma çabası: Bir düşün denemesi.

Şema nedir, işlevi ve önemi nedir? Şema ile sentezin farkı nedir? Şema ile Anlama Yetisinin İlkeleri arasındaki bağlantı nedir?

“Nasıl biliyoruz?” sorusuna verilecek pek çok yanıt var elbette. Düşün insanlarının her biri kendi yanıtlarının peşine düşmüş iken Kant da bu minvaldeki yolculuğunu sürdürüyordu… Ona göre bilme üçlü bir yapı ile sunulabilirdi. Saf Aklın Eleştirisi adlı yapıtında kendi ifadesi ile söylersek, “Tüm bilgilerimiz duyulardan başlar, oradan anlama yetisine geçerek akılda sonlanır.”1

Kant’ın düşünsel yolculuğunun bir aşaması Transendental Analitiği içeriyor. Burada bilme olgusunun düşünme evresi ile ilgilenen Kant, etkin bir eylem olan düşünmenin bağlantılar kurma yetisinden söz ediyor. Kendine özgü yapısı olan düşünme üzerine kafa yorulduğunda anlama yetisinin formları ile karşı karşıya kalınır. Şeylerin kendileri ve birbirleri arasındaki bağlantıların kavranması burada oluşan hareketin itici gücü olacaktır. Zihnin içinde olup bitene bakmak konusunu yaşamdaki varoluşsal derdi yapmış olan Kant, görünün zihnimizdeki kavram ile hayal gücü aracılığıyla temasından elde edilen yargılarla -ki bunlara sentetik yargılar diyor- söz konusu bağlantıların kavranabileceğini söylüyor. Burada düşüncenin üzerinde yükselebileceği bir zemine ihtiyaç duyulursa diye de şematizm gündeme getirilebilir. Zira Kant’ta olduğu gibi şemalar birarada tutma işlevi görürler. Bütünlük şemalar aracılığıyla sağlanır.

Kant’ın kendi cümlelerinde şema kavramı şöyle geçiyor:

Edimselliğin şeması belirli bir zamandaki varoluştur.

Zorunluğun şeması bir nesnenin tüm zamanlardaki varoluşudur.

Şimdi tüm bunlardan açıktır ki, her bir kategorinin şeması [salt bir zaman belirlenimi] kapsar ve tasarımlanabilir kılar: Büyüklüğün şeması bir nesnenin ardışık ayrımsanışında zamanın kendisinin üretimini (sentezini); Niteliğin şeması duyumun (algı) zaman tasarımı ile sentezini ya da zamanın doldurulmasını; İlişkinin şeması tüm zamanlardaki algıların (e.d. bir zaman belirlenimi kuralına göre) birbirleri ile ilişkilerini; ve son olarak  Kipliğin  ve kategorilerinin şeması bir nesnenin – zamana ait olup olmadığını ve nasıl ait olduğu açısından – belirleniminin bağlılaşığı olarak zamanın kendisini. Şemalar öyleyse kurallara göre a priori zaman belirlenimlerinden başka bir şey değildirler. Bu kurallar kategorilerin düzenine göre tüm nesneler açısından zaman dizisi, zaman içeriği, zaman düzeni ve son olarak zaman toplamı ile ilgilidirler.2

Şema ile Anlama Yetisi’nin arasındaki bağıntıya geldikte, Heinz Heimsoeth’in Kant’ı anlamak yapıtında şöyle bir bölüm var:

Salt anlama yetisinin bütün bilgisi bir koşullar yığını içinde olup biter. Örneğin bir olay, nedensellik ilkesine göre, kendisinden öncekine bağlanır ve buna göre ortaya çıkar. Zaman-mekan içinde bulunan bir şeyi, daima bir başka şey belirler. Buna karşılık akıl, anlama yetisinin sınırını aşarak, daima koşulsuz olana ulaşmaya çabalar. Anlama yetisi her zaman bir koşullar yığını içinde (neden-etkinin görülemeyene kadar uzayan dizisi içinde) dönüp dolaştığı halde; akıl, birbiri ardınca sıralanan koşulların dizisinin bütününü kavramak ister. Kant’ın sözleriyle: “Aklın ideleri koşulların totalitesi (bütünlüğü) ile uğraşır”.

İşte nedensellik ilkesi uyarınca kurulan bağıntılar da şemalar eliyle mümkün olur. Bütünselliği sağlayan şemalar zaman-mekân içinde anlama yetisinin ilkelerinin gerçekleşmesi konusunda bir zemin oluştururlar. “Düşünüyorum” diyebilmenin olanağı da böylelikle sağlanmış olur. 

Sentez ise bir birleştirmedir. Hem görüde hem de kavramdaki çeşitlilik anlama yetisinin bir edimi olan sentez aracılığı ile birleştirilir. Görüde verilmiş olan kavramlar anlama yetisinin kavramları şemalar eliyle getirilir. Anlama yetisinin kategorileri böylelikle görünüşlere uygulanabilir kılınır. Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde şöyle diyor:

Eğer genelinde anlama yetisi kurallar yetisi olarak görülecek olursa, o zaman yargı yetisi kurallar altına alma, e.d. bir şeyin verili bir kural (cusus datae legis) altında durup durmadığını ayırt etme yetisidir. Genel mantık yargı yetisi için hiçbir kural kapsamaz, ne de kapsayabilir. Çünkü bilginin tüm içeriğini soyutladığı için,onun için geriye kavram, yargı ve tasımlardaki bilginin yalnızca biçimini analitik olarak ayrıştırmaktan ve bu yolla tüm anlama yetisi kullanımının biçimsel kurallarını ortaya koyma işinden başka bir şey kalmaz. Eğer genel olarak bu kuralların altına alma, e.d. herhangi bir şeyin onlar altında durup durmadığını ayırt etme yolunu göstermeyi istemişse, bu ancak bir başka kural yoluyla olabilirdi. Ama bu da, tam olarak bir kural olduğu için, yargı yetisinin yeni bir yönlendirmesine gereksinir. Böylece açıktır ki, gerçi anlama yetisi kurallar yoluyla öğrenmeye ve donatılmaya yetenekli olsa da, yargı yetisi özel bir yetenektir ki, öğretilemez ama ancak  uygulanabilir.

Saf Aklın Eleştirisi (SAE) / B185’in son paragrafı yorumlama denemesi

“Şimdi tüm bunlardan açıktır ki, her bir kategorinin şeması [salt bir zaman belirlenimi] kapsar ve tasarımlanabilir kılar: Büyüklüğün şeması bir nesnenin ardışık ayrımsanışında zamanın kendisinin üretimini (sentezini); Niteliğin şeması duyumun (algı) zaman tasarımı ile sentezini ya da zamanın doldurulmasını; İlişkinin şeması tüm zamanlardaki algıların (e.d. bir zaman belirlenimi kuralına göre) birbirleri ile ilişkilerini; ve son olarak  Kipliğin  ve kategorilerinin şeması bir nesnenin – zamana ait olup olmadığını ve nasıl ait olduğu açısından – belirleniminin bağlılaşığı olarak zamanın kendisini. Şemalar öyleyse kurallara göre a priori zaman belirlenimlerinden başka bir şey değildirler. Bu kurallar kategorilerin düzenine göre tüm nesneler açısından zaman dizisi, zaman içeriği, zaman düzeni ve son olarak zaman toplamı ile ilgilidirler.2”

Heinz Heimsoeth Kant’ın felsefesi adlı eserinde insan düşünmesi ile doğa arasında ilkeleri bakımından bir uygunluk olduğunu söylüyor. Doğayı görünüşlerin bütünü olarak ortaya koyuyor ve olup biten ne varsa zaman ve mekân sınırları içinde olup bitmektedir diyor. Kendi cümlelerinden sürdürelim…

“Zaman ve mekân öyle formlardır ki, biz algıladığımız objeleri, ancak bu formlar içinde algılayabiliriz. Nedensellik yasası gibi bir ilke, doğanın en yüksek yasasıdır, demek, doğayla biz, ancak sübjektifliğin, özalgının aşkın (transendental) birliğindeki düşünme ve algı bağları içinde karşılaşabiliriz, demektir. ‘Kendi başına varolan şey’lerin nedensellik yasalarına uyup uymadığını, uyuyorsa, ne dereceye kadar uyduğunu bilmemize olanak yoktur. Buradaki nedensellik de salt bir ‘kendi başınalık’(noumenon) olarak kalmak zorundadır.”

Öyleyse objeleri zaman ve mekân formunun dışında algılamamız mümkün değil, böylece sınırı da çizmiş olduk. Peki bu algılama üzerine neler söylenebilir? Kategoriler ile nasıl bir ilişki kurulabilir? Kant kategorilerin nesnelerin yüklemleri olduğunu söyleyerek söze dahil oluyor. Deleuze Kant Üzerine Dört Ders3 yapıtında Kategorilerin mümkün deneyimin yüklemleri olarak kavramlar olduğunu, Kant’a göre bunların esasen a priori temsiller olduğunu söylüyor. Deleuze sözünü şöyle sürdürüyor, “ Kategoriler a priori temsiller veya kavramlarken, zaman ve mekân hazır olarak verilidirler. Burada felsefede yine yepyeni bir şey vardır- bu, Kant’ın sunuluş ile temsil edileni birbirinden ayırt etmek için gösterdiği çabadır. Demek ki a priori’de iki tür unsur bulunuyor.

Nesneleri kategoriler aracılığıyla zihnimiz için belirtik kıldığımıza göre sözü sürdürelim… Zaman ve mekan sınırları içinde algıladığımız nesnelerin birbirleriyle karşılıklı etki içinde olduğunu düşünüyor Kant ve durumu şöyle ifade ediyor, “Mekanda aynı zamanda algılanan cevherler, ardı arkası kesilmeyen bir karşılıklı etkileşim içindedirler.”4

Peki bütün bu süreçte gerçekliği nasıl bileceğiz. İşte tam burada sentetik yargılar devreye giriyor. Gerçekliği kavramlar üzerinden değil sentetik yargılar üzerinden bilebiliriz diyor Kant. Heinz Heimsoeth’in Kant üzerine çalışmasından sürdürürsek, “Sentetik yargılar da, algının a priori kavramlarından başka deneyimi –dolaylı ya da dolaysız- gerektirirler. Buna göre Kant gerçeklik ilkesini şöyle ifade etmiştir: ‘Deneyimin maddi koşullarına uygun gelen her şey gerçektir.’ ”

Gerçeklikle de ilişkisini kurduğumuza göre şimdi bütünlüklü yapıya nasıl evrilebileceklerinden konuşmayı düşünebiliriz. İşte burada şemalar imdada yetişir ve bizim için o bütünlüklü yapının kurulmasının zeminini hazırlarlar. Şemalar eliyle düşünceyi üzerine inşa edebileceğimiz bir zemin elde etmiş oluruz ve bu zemin aynı zamanda bize ilişkiler kurarak bütünlüklü düşünmenin de kapılarını aralar.

Analitik Yargı nasıl mümkün olur?

Deneyime önsellik özelliğini taşıyan yargılar analitik yargılardır. Deneyimden gelen yargıların tamamı sentetik yargılar iken analitik yargılar salt mantık ilkelerine göre yapılan kavram çözümlemeleridir. Bunlar ancak açıklayıcı kavramlar olarak, gerçeğe, var olana uygun oldukları kadar öğretici olabilirler.5

Heimsoeth kitabında6 analitik yargıları örneklendirirken şunları söylüyor:

“Spinoza’nın cevher kavramından, bu kavramın tanımından, (Spinoza bu tanımı, kendiliğinden anlaşılır bir hakikat olarak, Descartes’ten almıştır) cevherin biricikliğini çıkarırsak, yani şu yargıya varırsak: “Sadece bir ve biricik cevher vardır; o da tanrı ya da doğa olarak adlandırılabilir”; işte bu analitik bir yargıdır. Kant burada şunu soracaktır: Cevher kavramının metafiziğin bu ana sorunlarını (tanrı, doğa) cevaplandırmaya ne hakkı vardır? Bu işlev bu kavrama nereden geliyor? Descartes ve Spinoza’nın tanımını yaptığı cevher kavramı, varlığa ve varlık bağlarına gerçekten uygun mudur?”

Peki deneyime önsel yargılar olan analitik yargılar ile deneyimden gelen sentetik yargıları bir arada düşünebilir miyiz? Kant bunun sentetik a priori yargılarla münkün olabileceğini söylüyor.  Heimsoeth Kant’ın felsefesinde bu durumun nasıl mümkün olabileceğine dair Kant’ı söylediklerini şöyle yorumluyor:

“Kant’ın söylediği gibi, bizim kurgusal (spekülatif) bilgimizin (kurgusal bilgiden Kant deneyime dayanmayan teorik bilgiyi anlar) en son amacı, sentetik a priori yargılara varmak olmalıdır. Örneğin, tanrısal varlık hakkındaki metafizik yargıları düşünelim: Eğer bu yargılarla evrenin şu ya da bu şekilde var olduğu temellendirilecekse,- örneğin, göründüğünden başka türlü olduğu ya da hiç var olmadığı yahut da akış halinde bulunduğu veya sürekli ve zorunlu bir nedene dayandığı gibi-; bunu, mutlak geçerliliğinden kuşku duyulmayacak neden-etki ilkesine göre temellendirebilmeliyiz. Yani burada, a priori sentetik yargılara varabilmeliyiz. Nasıl doğa araştırmacısı, haklı olarak, neden-etki ilkesini araştırmalarının temeli olarak görüyorsa, bu ilke, metafizik bilgi için de bir temel ilke olmalıdır.”

Heimsoeth Kant’ın konuya dair sorularını sıralarken yanıtları da birlikte veriyor. Briliği sağlamanın yolu olarak görülen sentetik a priori yargılar düşünmenin sınırlarını geliştiriken insancıl yaşamın ilerleyişine de katkı sunabilirler. Kitaptan sürdürürsek konuya dair Kant yorumu ve yürünecek yola dair rehber cümleler şöyle belirtilmiş:

“Şimdi Kant soruyor: Sayısı pek de az olmayan başkaları yanında bu ilke, sentetik bir ilke olarak a priori olabilir mi? Yahut Descartes gibi yapıp sorunu kolay yanından alarak, bu bilgi bize “doğuştan” tanrı tarafından verilmiş bir bilgidir mi demeliyiz? Bu noktada Kant transendental felsefenin en önemli sorusunu sorar: Sentetik a priori yargıların olanağı var mıdır? Böyle yargıların var oldukları, yasalar arayan doğa bilimlerinde çok verimli oldukları kuşkusuzdur. Örneğin sadece nedensellik yasası değil, kuvvetlerin eşitliği (etki-tepki), bütün doğa bilimlerindeki deneylerin kendisine dayandığı, doğada hiçbir şeyin kaybolmadığı ilkesi gibi ilkeler, doğa bilimlerinin temellerini oluşturan ilkelerdir. Doğa bilimlerinde, verilenler üzerindeki araştırmalarda, bu temel ilkeler, temel koşullar olarak, a priori ilkelerden oluşan bir “birlik”, bir topluluk meydana getirirler. Yani bu ilkeler, deneyimlerin bir araya toplanmasından çıkarılamazlar; tersine, bütün tek tek algıların, deneyimlerin değerlendirilmesi, bunlara dayanır. Kant bu ilkelerden oluşan sisteme ‘salt doğa bilimleri’ adını verir.”

Sonuç olarak, analitik yargıların varlığı sentetik a priori yargılar ile birlikte düşünüldüğünde düşüncenin ve beraberinde bilimin yolunu açacaktır. Soyut düşünebilme ve sonrasında da bunu somuta aktarabilmek insanın düşünsel yolculuğunda bir düşünme metodu olarak olayları anlama ve açıklamada ve sonrasında geliştirmede ele geçmez bir olanak sağlar.

Bir düşünce deneyi denemesi yaparsak, konu hakkında Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı7 adlı yapıtında yöntem üzerine yazdıklarında bu düşünme metodolojisinin izlerini sürebiliriz. Marks söz konusu bölümde nüfus üzerinden yaptığı değerlendirmede somuttan soyuta oradan yine somuta hareket edilen düşünsel bir dizge ile konuya yaklaşmış ve düşüncesinin sınırlarını olabildiğince genişletmeyi denemiştir. Marx şunları söyler:

“Gerçek ve somut olanla, fiili önkoşulla, dolayısıyla, örneğin ekonomi politikte, tüm üretim toplumsal eyleminin temeli ve öznesi olan nüfusla başlamak doğru gibi görünür. Ama soruna daha yakından bakınca, bunun bir yanılsama olduğu anlaşılır. Nüfus, örneğin, onu oluşturan sınıfları göz ardı edersem, bir soyutlamadır. Öte yandan, ücretli emek  gibi, sermaye vb. gibi sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Bu öğeler de değişimi, işbölümünü, fiyatları vb. önvarsayar. Örneğin sermaye, ücretli emek olmadan, değer, para, fiyat vb. olmadan hiçbir şey değildir. Demek ki incelemeye nüfusla başlarsam, bütünün kaotik bir tasarımını elde ederim,  ve konuyu daha belirli olarak saptayarak, analitik olarak daha basit kavramlara varırım. Buradan hareket ederek, yeniden nüfusa varana dek yolu ters doğrultuda bir kere daha katetmek gerekir, ama bu kez nüfus bir bütünün kaotik tasarımı değil, birçok belirlemenin ve ilişkinin zengin bir bütünlüğüdür. Birinci yol doğuştan ekonomi politiğin kat etmiş olduğu yoldur.””

1 Kant, (1993). Saf Aklın Eleştirisi. Çeviren: Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınevi.

2 Kant, (1993) Sayfa 210. Saf Aklın Eleştirisi. Çeviren: Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınevi.

3 Gilles Deleuze, (2007) Sayfa 22. Kant Üzerine Dört Ders. Çeviri: Ulus Baker. İstanbul: Kabalcı Yayınevi

4 Heinz Heimsoeth, (2016) Sayfa 96. Kant’ın Felsefesi. Çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu. Ankara: Doğu Batı Yayınları

5 Heinz Heimsoeth, (2016) Sayfa 74. Kant’ın Felsefesi. Çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu. Ankara: Doğu Batı Yayınları

6 Heinz Heimsoeth, (2016). Kant’ın Felsefesi. Çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu. Ankara: Doğu Batı Yayınları

7 Karl Marx, (2005). Ekonomi Politiğin Eleştirisine katkı. Çeviren: Sevim Belli. İstanbul: Sol Yayınları

Kısa Not: Sorular, Lisansüstü Vize Ödev Sorularıdır.

Tıp Bayramı vesilesi ile: Düşünebilmenin imkânı içinde miyiz

14 Mart Tıp Bayramı, tüm sağlık emekçilerine sevgi ve saygıyla…

Bugün 14 Mart Tıp Bayramı. Kutlu olsun. İnsancıl bir yaşam için mücadele eden tüm hekimlerin, sağlık çalışanlarının bayramını içtenlikle, yürekten, sevgilerimle kutluyorum. Bu yazı da emeklerine bir teşekkür, pandemi dönemindeki duyarsızlığın önüne geçebilmek umuduyla bir katkı olabilmesi dileğiyle klavyenin tuşlarından ekrana dökülüverdi. Zihnin işleyişine insancıl alan açma çabası etrafında toplaşabilen keyifli okumaların perçinlenmesi umuduyla…

Malumunuz üzere insanlarının zihinlerinin nasıl örgütlendiğini dert edinenlerdenim. Filozoflar, önceleri doğaya bakarak yaşadıkları evrenin işleyişindeki bütünlüğü görmeyi denemiş. Takip edebildiğim kadarı ile çalışmaları derinleştikçe, düşün tarihi süresince çabaları zihnin işleyişini kavrama çabasına doğru evrilmiş. Bilgi biriktikçe de çeşitlenmiş. Zihne aldıklarını kavrayabildikleri ölçüde ve becerebildikleri kadarı ile söze dökmeyi denemişler. Pandemi / Salgın döneminde bu çabanın ne kadar değerli olduğu fikrimce daha da görünür kılındı. İnsanın yaşamını tehdit eden, hızla yayılan, ilk günlerde hakkında çok az şey bilinen bir virüs karşısında alınacak önlemler bu kadar net ve açık iken, insanın gösterdiği tepkilerin bunca kendine zarar verebilecek biçimde ortaya çıkışı pek çoklarımızı şaşırttı. Üzerine düşünmeye, anlamaya çalıştık.

Birazdan sözcüklere dökülecek olanlar, biriktirebildiğim bilginin yardımı ile durumu kavrama çabasının hâlâ devinimini sürdüren bir kesitinden kendimce elde ettiğim sonuçlar olacak.

Virüsün yayılımının hızlandığı ilk günlerde basından takip edebildiğimiz kadarı ile Çin’de sorumlu bir hekimin uyarılarda bulunduğu, ancak göz ardı edildiği yönündeydi. Kendisi de sonradan yaşamını yitirdi ve olayın vahameti anlaşıldığında özür dilendi, kahraman ilan edildi. Kısaca farklı nedenlerle zihin önceleri virüsün varlığını ve yapabileceklerini reddetti ya da göz ardı etti, önemsemedi. Belki de daha öncelikli konular vardı çözümlemesi gerektiği veya komplocu zihinsel örgütlenmenin etkisi ile dumura uğratılmıştı. Bunun kavranabilmesi konusunda çabaların süreceğine eminim.

Maske, mesafe, temizlik ve tam kapanmanın ardından etkili filyasyon çalışması ile vakaların tespitinin ardından izolasyonu gerekiyordu. Hızla hareket edilmesi, tedbir alınması durumunda virüsün yayılımı engellenebilir ve pandemiye dönüşmesinin önüne geçilebilirdi. Felsefi pencereden durumu ele alırsak, o zaman da şunları söyleyebiliriz: dayanışma, paylaşma, birbirini düşünerek (kendini korurken aslında diğerini de gözettiğinin ayrımına varmaktan söz ediyorum) tehdidi kolayca uzaklaştırabileceğinin farkında ancak bilincinde olamayan zihnin hezeyanları süreci hepimiz, her birimiz, herkes için zorlaştırdı. Ez cümle, tehdit belli, alınacak önlemler yalın ve bu denli açıkken bunca yanılgının bedeli çok ağır oldu. Neler oldu kısaca anımsayalım.

Aslında tek bir sözcük ile özetlenebilirse tam bir kaos yaşandı diyebiliriz. Dayanaksız, bilimsel düşünüşten uzak açıklamalar yapıldı, hem de yetkin olduğu düşünülen ağızlardan. Durumun ağırlığını birebir yaşayan sağlık çalışanlarının tüm uyarıları göz ardı edildi. Hurafeler, komplo teorileri havada uçuştu. Bu arada da virüse yayılımı için alan açılarak mutasyon geçirebilmesine neden olundu. Maske savaşlarını anımsayalım. Devletleri yönetenler tam bir panik havasında idi, insanı mı (yaşamı) ekonomiyi mi önceleyecekleri konusunda bir türlü karar veremediler. Kimi, “Ellerinizi yıkayın işte!” deyip kestirip attı basın toplantısını, kimi maske temini için korsanların usulü ile gemilere el koymayı denedi, kimi de varlığını bile reddetti, hakkında konuşmayı yasakladı. Bu arada yurttaşların durumu da içler acısıydı. Marketler boşaltıldı, tuvalet kâğıdına hücum edildi, neden olduğu henüz anlaşılmış değil. Makarna üreticileri açıklama yapmak durumunda kaldı, “Korkmayın, uzun süre yetecek kadar makarna stoklarımız mevcut.”. Market çalışanları gece yarılarına dek evlere gıda ile temizlik ürünleri taşıdılar, sanki onlara virüs bulaşmıyormuş, bulaştırmıyorlarmış gibi. Uzun süreler çalıştırıldı işçi sınıfı, hatta kimileri fabrikalara kilitlendi, oralarda yaşamaya zorlandı. Zihin, şu basit ilkeyi bir türlü içselleştiremedi, “Kendini korurken aslında bir başkasını da dert edinip koruyorsun, yaşamını buna göre düzenleyebilirsen, kısa sürede yaşadığın bu sorundan kurtulacaksın. Birlikte hareket etmeli, diğerini de gözeterek yaşayabilmeyi öğrenmelisin.”  Olmadı, olamadı. Nedenleri malum. Kısaca, “giderek faşizm ile dirsek temasını arttıran, belki de onu çoktan bünyesine katmış olan neoliberal üretim / yaşam düzeneği aklın işleyişini dumura uğratmıştı” diyebiliriz. Elbette kitaplarca yazılacak bir konuyu tek cümleye sıkıştırmak haksızlık olur, ancak bu yazının sınırları içinde dilimiz bu kadarına dönüyor, zihnimiz bu kadarına yetebiliyor.

Salgın süresince olabildiğince, yukarıda sözünü ettiğim ilkeyi yaşamıma geçirmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Çevremdekilere de dilim döndüğünce anlatabilmek adına çabalarım oldu. Söz konusu fırtına içinde çok sert tepkiler de aldım. Nedenini anlamayı denedim. Çabaladım. Büyükşehirdeki bir markette alışveriş yaparken kasiyerin kendini koruyamadığını gözlemleyince önce sorumlu kişi ile görüştüm ardından aldığım yanıt üzerine (kendileri istemiyor) kasiyer ile görüştüm. Aldığım yanıt karşısında dudağım uçukladı. “Siz kendinizi düşünün, biz kendimizi düşünürüz, onu da bize bırakın.” Benzer yanıtları, benzer akıl yürütmeler sonraki günlerde farklı kesimlerden aldım. Takı telaşına düşmüş, gelinliği ile etrafta salınmayı, eğlencesinden feragat etmeyi düşünmeyen yakınlarımın düğünlerine gitmedim. Nedenini de açıklıkla kendileri ile paylaştım.

Konuyu burada kestirip atmadım elbette. Düşündüm, böyle bir dönemde insan, paylaşma, dayanışma, birbirini gözetme konusunda neden bunca direnç gösteriyor. Nedenleri muhtelif elbette, fikrimce öne çıkan bir tanesini, çok yakın zamanda yeniden zihnime çarptığı için paylaşmak isterim. Gerçekliğini asla bilemeyeceğimiz, çürütülmesi kolay olmayan komplo teorileri, komplocu düşünüş biçimi büyük bir sorun ve virüs gibi hızla yayılabiliyor. Zihnin bu düşünüş biçimini kolaylıkla kabul ediyor olması, üzerine düşünme zahmeti dahi göstermeyişi hüznümü derinleştirdikçe derinleştirdi. Her örnekte hüznüm daha da katmerlendi. Tamamı yayılımını sürdürdüğü için tek tek değinip yayılımına bir de ben katkı sunmak istemem.

Ancak, son yaşadığım örneğe değinmeden geçmek istemiyorum. Zira, beni derinden yaralamasının en büyük nedeni düşünmeyi öğrenebilmek için uzun yıllar emek verdiğini düşündüğüm bir kimseden, üstelik de ihtisasının “insan” üzerine olduğunu bildiğim bir zihinden sözcüklere çok rahatlıkla, ikna etmek güdüsüyle aktarılmış olması. Sözlerine kulaklarımın şahitlik ettiği bu zihne göre bu virüsün, o kadar da abartılacak bir yanı yokmuş, gripten yıl içinde zaten pek çok insanı kaybediyormuşuz. Maskeye falan da gerek yokmuş. Zaten bu Çin’in oyunuymuş. Kim bilir daha bilmediğimiz neler varmış. Bunları anlatmayı deniyormuş ama televizyonlardan onca yanıltıcı bilgi yayılıyormuş ki bir türlü ikna edemiyormuş insanları. Bulunduğumuz mekânda başkaca insanlar da vardı. Bu sözler karşısında kendisini çoğunlukla desteklediler ve katkıda bulundular, efendim, bu virüs ilaç firmalarının oyunuymuş, yeterince kâr edince de sönümlenip gidecekmiş. Sinirden yerimde zıpladım, tansiyonum fırladı. Zihin hakikatten bunca uzaklaşabilmeyi nasıl başarabiliyordu? Diplomalı cehalet kendini bu kadar kolay nasıl kabul ettirebiliyor, toplumda soluk alabilme olanağı bulabiliyordu?

Bu sözleri bir yıldır zaten Bolsonaro’dan, Boris Johnson’dan, Trump’tan ve diğerlerinden kezlerce duymuştum. Oradaki saik belli idi. Avrupa’da faşist guruplar aşı karşıtı, önlemler karşıtı yürüyüşler yaptı. Yukarıda sözünü ettiğim temel ilkenin zihinlere ulaşamaması için egemenin çokça çaba gösteriyor, düzenini korumanın derdiyle insanı / doğayı / canlı-cansız varlıkları, mutlu, eşitlikçi, özgür bir yaşamı öncelemiyor olmasını anlayabilirdim. Ama bunu anlayamıyordum. Yurttaşın kendini böylesi bir çukura mahkûm etmesini anlamakta güçlük çekiyordum. Egemenin kavramlarını, düşünüş metodolojisini nasıl oluyor da bu kadar kolay zihnine alabiliyordu? Kendi ile egemen arasına o gerekli çizgiyi çekip, düşünüşünü, yüzünü insana dönemeyişinin nedeni ne olabilirdi?

Teoride yukarıdaki sorulara pek çok yanıt verildiğini, çoğuna da katıldığımı söyleyebilirim. Ancak yaşamın yakıcı gerçekliği içinde bu yanıtları nereye yerleştirebileceğimi henüz tam olarak bulabilmiş değilim. Üzerine düşünmeyi sürdürüyorum. Okuyucuları da bunu yapmaya, insancıl sesin nereden geldiğine iyice kulak vermeye ve neyi içselleştireceklerini iyice tartmaya davet ediyorum. Sağlıcakla kalın.

Sağlık emekçilerine en derin saygı ve sevgilerimle…

Düşünüşe katkısı olabilir: COVID-19 YAZILARI

Yurttaş olabilmenin imkânı içinde miyiz

Yurttaş Kane filminden bir sahne.

“Yurttaşlık bilincinin gelişimine katkı sunan bir toplumsal düzen kurabildik mi?” sorusu yakın zamanda dert edindiğim konulardan bir diğeri. Teoride müthiş bir birikim yapılmış insanın düşün tarihi süresince. Ulaşabildiğim kaynaklardan bilgilenmeya çalıştım. Böylesi bir çaba içine girecek olan varsa, Jean-Jacques Rousseau’nun, “Toplum Sözleşmesi”nden başlamasını salık veririm. Fikrimce, eleştirel düşünebilmek adına, karşıt görüş olarak da Hobbes’un “İnsan insanın kurdurur” düşünüşünü rahatlıkla yerleştirebiliriz. Yolculuğa çıkacaklara şimdiden keyifli yolculuklar. Ben, bu yazı ile kendi deneyimlerimi paylaşmayı istedim.

Düşünsel birikim elbette baş döndürücü, umut verici, zihin dünyasına alındığında düşünceyi zenginleştiren karşılaşmalara vesile oluyor. Ancak, hep yaptığım gibi kurgunun yaşam pratiğine nasıl aktarıldığını görmek için de sabırsızlandığımdan birkaç hamlede bulunup bu merakımı deneyimleyerek derinleştirmeyi diledim. Bu amaçla, toplumsal işleyişte karşılaştığım aksaklıkları, iletişime geçebileceğim ilgili kişilerle paylaşıp sonuçlarını da zihnimdeki teorik alana dahil edip, bütünlüklü bir düşünüş kurabilirmiyimin derdine düştüm. Anlamaya çalıştığım husus ise kısaca ifade etmek gerekirse, yurttaşlık bilincinin gelişimine alan açılıp açılmadığıydı. İnsancıl yaşamın inşasında böylesi bir bilincin gelişimine alan açılmasının olmazsa olmaz koşul olarak gördüğümü de belirtmeden geçmeyeyim. Bir oy hakkından fazlasını talep eden yurttaş Ebru’ya bu toplumsal düzenek pratiğinde yer açılmış mıydı? Bakalım, görelim.

Öncelikle iletişime geçtiğim kesimleri sıralayayım, gazeteciler, belediye başkanları, parti il başkanı, milletvekilleri, parti başkanı, hizmet aldığım özel bankalar / şirketler, meslek örgütleri. Ulaşabildiklerime ilettiğim başlıca sorun kendilerine ulaşabileceğim bir iletişim adresinin eksikliği ya da verilen iletişim adreslerinin etkin çalışmayışı oldu. Kamusal alanda görünür kılınan kurumların / kişilerin bu konuya yeterince hassasiyet göstermediklerini deneyimlediğimi söyleyebilirim. Anlayabildiğim kadarı ile sözü kurmanın derdine düşmüş kesimler / kişiler / kurumlar, sözü birlikte kurma niyetleri konusunda yeterince çaba göstermiyorlar. Daha çok, kurduklarını düşündükleri sözün yayılımı derdindeler. İletişimin diğer ucundaki muhatabın kendilerine ulaşabileceği kanalları yeterince geliştirebilmiş değiller. Oysa, yurttaşlık bilincinin gelişimine katkı bakımından, iletişimin çift yönlü gelişebiliyor olması, sözü birlikte kuracaksak her şeyden çok daha değerli.

İlettiğim sorunları da şöyle gruplayabilirim, temel ihtiyaçların giderilmesi konusunda yaşanan aksaklıklar (elektirik, su, ulaşım, kiraların yüksekliği, esnafın fiyat politikasındaki denetimsizlik, sağlık hizmetinin temel hak olmaktan çıkıp piyasalaştığının açık göstergesi olduğunu düşündüğüm deneyimlerim), verilen hizmetler noktasında kentlileri bilgilendirilirken kullanılan dil konusundaki tespitlerim. Zira iletişime geçilirken kullanılan dil kurulacak / kurulması planlanan dünyanın da açık göstergesidir diye düşünenlerdenim (Örn: “Otobüs durağıdır, buraya park etmek yasaktır” bir dünyayı imler, “Otobüs durağı, lütfen buraya park etmeyiniz” bir başka dünyayı. Elbette ideal olan bu uyarılara gerek kalmadan yurttaşlık bilinci ile hareket edenlerin bunu kendiliğinden düşünebiliyor olmasıdır. Ancak oraya daha var diye düşünüyorum. Umarım yanılıyorumdur.). Köşe yazarları ile yazışmalarımda ise genelde düşüncelerine karşı bende uyandırdıklarını, eleştirilerimi, kimi zaman desteklerimi birlikte düşünebilmek dileğiyle ilettiğim e-postalarım da oldu. Kısaca böyle guruplayabilirim iletişim çabalarımı.

Şimdi deneyimin sonuçlarına gelelim. Burada kurum ya da kişi olarak belirtmek yerine genel bir değerlendirmede bulunmak isterim. Yoğun bir hayal kırıklığı yaşadığımı da söylemeden geçmeyeyim. Yurttaşlık bilincine alan açmak konusunda bireyleri cesaretlendiren toplumsal bir düzen kuramadığımızı açıklıkla tespit ettiğimi söyleyebilirim. Sanırım, bugün yaşadığımız acı sonuçlardan da bu gün gibi ortadadır. Sözü birlikte kurmak gibi bir derdin peşine düşmediğimizi kişisel deneyimlerimle açıkça yaşadım. Tekil hegemonyalar kurma peşindeyiz, iletişmeden. Umutsuz olmaz elbet, umut insanda. Sevinçle şu tespitimi de aktarmazsam yazı eksik kalmış olur. Sosyalist / Komünist düşünüşe zihnini açabilme olanağı bulmuş kimi kişilerden aldığım yanıtlar, ufacık da olsa buralarda yurttaşa bir soluk alma olanağı tanındığı yönünde oldu. Umarım yaygınlaştırma imkânı yaratabiliriz. Bu deneyimin ardından şunu rahatlıkla söyleyebilirim, “Yaşamak için Sosyalizm” sloganı kendimce zihnime alıp yaşam pratiğine aktarabileceğim bir slogan. Sevgilerimle…

Bir malın fiyatını belirleyen nedir

Bir süredir günümün çoğunu insanlara sorular sorarak geçiriyorum. Yaşamın içindeki ufacık bir detayı yakalamaya çalışıp, üzerine derinlikli bir düşünüş geliştirmeyi deneyimliyorum. Kimi zaman da insanlar arasında dolaşıp mevzu ettikleri konulara kulak misafirliği ederek dünyalarını anlamayı, böylece yaşamın dinamiklerini kavrayabilmeyi ümit ediyorum. Kısacası zihnimdeki birikimin yaşamdaki karşılığının olup olmadığını anlamaya gayret ediyorum. Bunu neden mi yapıyorum, yaşamsal sıkışmayı isabetli bir yerden tespit ettiğimi düşünerek nasıl aşılabileceği hususunda birikimimce derman olabilir miyim derdindeyim. İnsanın düşünsel birikiminin deryasında kulaç atmaya çabalayan biri başkaca neyi dert edinebilir ki. Şairin de dediği gibi, İşim gücüm budur benim, / Gökyüzünü boyarım her sabah / Hepiniz uykudayken / Uyanır bakarsınız ki mavi. 

Sorularım kimi zaman sıkıntı verir insanlara, kestirip atar, sinirlenip uzaklaşırlar. Oysa zihnin kıvrımlarında, yaşamdan canlı örneklerle keyifli bir yolculuğa çıkmaktır niyetim. Birlikte düşünebilmek isterim, ancak çoğunlukla savunma duvarları ile karşılaşıp sükûtu hayale uğrarım. Yaşamın devingenliği içinde insanın onu sabitleme / durağanlaştırma / mutlaklaştırma çabası beni hayrete düşürür. Yine de vazgeçmem soru sormaktan, anlamaya çalışmaktan. Zihnim beni buna zorlar, yoksa uykusuz bırakır gecelerce, rahat vermez. Yorulup geri çekildiğim de olur, soluklanma gereksinimi duyarım, insancıl soluklanma evrenleri yaratır, orada vakit geçiririm bir süre. Güç toplarım, ifade yetimi geliştirmeye odaklanırım. Sonra mı, sonrası iyilik güzellik, biriktirdiğim sorularla yine insan içine karışırım.

Şimdilerde sıklıkla sorduğum soru, “Bir malın fiyatını belirleyen nedir?” oldu. Bu soru ile iktisadi işleyişi bütünlüklü kavramayı ve orada tespit edebildiğim sorunları iktisadi eyleyiş içindekilerle birlikte düşünebilmeyi dilerim Bu çabam karşısında aldığım yanıtlar yeni sorunların tespitine neden oluyor, ancak karşılaştığım direnç nedeniyle düşünceyi derinleştirmek konusunda sıkıntılı süreçler geliştiğine şahitlik ediyorum, bu da meseleleri daha da derinleştirmeyi, birlikte düşünebilmenin önüne yüksek duvarlar örülmesine neden oluyor. Temelinde sosyo-psikolojik, ekonomi-politik etkenler olduğunu bildiğimden o duvarları aşmanın zor olduğunun bilincindeyim. Yine de yolda olmayı keyifli kılmaya çalışıyorum.

Adam Smith’in soruya verdiği yanıt, “piyasa”, “gizli el”, “arz-talep dengesi” kavramları etrafında toplanıyor. Bir mal veya hizmetin üretiminde “maliyeti” de hesaba katıyoruz elbette. Bu akıl yürütmeyi teori çerçevesinde değerlendirdiğinizde, Marx’ın konuya getirdiği eleştiriden de habersizseniz akla uygun gelmesi olağan. Narenciyenin memleketinde limonatayı neden pahalı içtiğimizi sorguladığımda aldığım yanıtın, “Bizim standardımızdaki mekânlarda bu fiyat olağan” olması da bu nedenle zihnimde piyasayı imliyor. Bir başka yanıt da “Limon bahçemiz yok, biz de satın alıyoruz limonları dışarıdan” olduğu için de girdi maliyetleri akla geliyor.

Şimdi yanıtlara bir de felsefi açıdan bakalım. İlk yanıttaki “bizim standardımızın” düşünceyi götürdüğü mecra “kalite” kavramının sorgulanması olmaz mı? Benim zihnim buraya doğru harekete geçti bile, Standart kavramı neyi imliyor? Bu örnek için olmasa da kimi zaman sınıfsal bir durumu imlediğini, fiyatın da bu saikle belirlendiğine şahitlik ettim. Yoksa bir şişe su için astronomik rakamların istenmesinin nedeni başkaca ne olabilir ki. Buraya belli kesimden insanlar gelebilsin, diğerleri gelemesin. Üretim için düşünürsek, bu ürünü / metayı bazıları alabilsin, diğerleri alamasın. Şimdi, eşitlikçi işleyen, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözü ile Adam Smith böyle bir dünya mı kurgulamıştı, emin değilim. Görebildiğim, burada üzerine düşünecek çok fazla konu olduğundan ibaret. Birlikte düşünebilmeyi çok isterim.

Gelelim ikinci yanıta, girdi maliyetlerini belirleyen nedir? Limonun üretim ve dağıtım süreçlerinde fiyata olumsuz etkisi olabilecek unsurları ortadan kaldırmak mümkün müdür? Mekân sahipleri bunu çiftçilerle hiç görüşmüş müdür? Oturup birlikte düşünmeyi denemişler midir? Benim, “bir malın fiyatını belirleyen nedir?” sorusunu sormaktaki niyetim, limonun üretiminden servis edildiği mekâna gelene dek geçirdiği süreçlerdeki yolculuğuna, soruyu yaygınlaştırarak dikkati çekmek olası olduğunda, süreçleri bizzat o süreçlerin içinde olanların değiştirip değiştiremeyeceğine yönelik bir düşün yolculuğunu başlatmaktan ibaret. Yoksa kurgulanmış pratiğin sürdürülmesine katkı sunmak değil. Fikrimce, kapitalist aklın işleyişinin duvara tosladığına hep beraber şahitlik ettiğimiz bu günlerde, yeni bir iktisadi işleyişi ve düşünüşü ancak süreçlerin içindeki insanlar gerçekleştirebilir. Buradaki kritik konu düşünceyi harekete geçirebilmenin bir yolunu bulabilmektir diye düşünenlerdenim.

Yaşamın her alanında düşünceyi yaprak yaprak açarak, alanını genişletip, çiçekli duyumsayışlara kapı aralayarak sıkışmışlıktan kurtarabiliriz insanlığı /doğayı / canlı-cansız yaşamı. Teorinin derinliklerine girmeden /giremeden dilim döndüğünce meramım budur. Düşünmeye cesaret et!