Kant’ın diyalektiği ile Hegel’in diyalektiğinin kesişim kümesinde Marx’ın diyalektiği mi duruyor?

Düşüncenin hareketine alan açan düşünüş yöntemi: Diyalektik

Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir.*                                                                                                                                Karl Marx

Diyalektik düşünüşün izini sürmekteki kaygı düşüncenin hareketine katkısı olması bakımından değerli görüldü. Konuya yaklaşım geliştirilirken kullanılan yöntemi de iki ayrım üzerinden ele alındı. Yapılan okumalar değerlendirildiğinde metinlerin zihne nasıl alındığı sorusunun konu bağlamında etraflıca düşünülmesi gerektiği öne çıktı. Okumanın, açımlayıcı mı uslamlayıcı mı1 olduğu sorusunun önemi düşüncenin hareketine katkısı bakımından değerlendirildi ve uslamlayıcı yöntem ağırlıklı olmak üzere açımlayıcı yönteme de zaman zaman başvuru ihtiyacı hissedildiğinden söz etmeden geçmeyelim. 

Çalışmanın temellendirilmesinde kullanılan bir başka ayrım da “kaz” ve “kazın altındaki ortak toprak” ayrımıdır. Bertall Ollman, “Niçin Diyalektik? Niçin Şimdi?”2 adlı makalesinde akademide yapılan çalışmaları sözü edilen bu ayrım üzerinden değerlendirmiştir. Dert edinilen bu akademik çalışma kazın altından çalınan ortak toprakla ilgilenenler kategorisinde değerlendirilebilinir.

Diyalektik düşünüş bütünü kavramada yol açıcıdır. Karanlık bir züccaciye dükkânına girmiş fili sadece kuyruğundan tutarak tanımlamak nasıl mümkün değilse, kırıp döktüklerinin kavranması da ancak diyalektik düşünüş ile mümkün olacaktır. Böylelikle düşüncenin hareketini durdurmadan, duraksatmadan, sabitlemeden gerçek ile ilişki kurabilmenin de yolu açılmış olacaktır.

Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi adlı yapıtını ilk okumayı denediğimde, düşünüşün hareketini araştırma yolculuğunda Marx’la yolları kesişmiş midir diye düşünmüştüm. Kant’ın yapıtını okurken Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı yapıtından düşünüş metodolojisi olarak somut-soyut-somut gibi şemalaştırabileceğim çağrışımla karşı karşıya kaldığımda böylesi bir kesişim noktasının olabileceği fikri güçlendi. Konuya dair ilk düşüncemi; “Kant’ı anlamaya yönelik birkaç soru: Marx’la yolları nerede kesişti3 isimli makalemde dile getirmeyi denedim.

Kant’ı kavrama çabalarım yoğunlaştıkça şimdi yeni bir durakta olduğumu ayrımsıyorum. Kant-Hegel ikilisinin diyalektiğinin kesişim kümesi Marx olabilir. Bu düşünce zihnimde iyice güçlenmeye başladı. Nasıl olabileceğini sınırlı bilgilenmem ile anlatmayı deneyeceğim.

Düşüncenin hareketini mikroskop altına yatırmak oldukça keyifli, her keşif küçük bir çocuğun dünyayı anlamlandırma çabasındaki neşeyi içeriyor. Hareketi kavrama ve zihnime alma çabalarının ilki olan makalenin linkini de aşağıda paylaşıyor olacağım.4 

Kant’ın diyalektiği açımladığı bölümde zihnin anlama yetisine yönelip kategorilerle iş görmeyi tercih ettiği bölüm oldukça ilgi çekici. Saf kavramlarla iş görmeyi arzulayan zihin bu yöneliminin lanetinin de farkında aslında, antinomi ile malul bu yolculukta zihnin kendi üzerine kapanmasını önleyecek tek can simidi ise deneyden kopuk bir süreci reddetmesi oluyor. Kant’ın bunu söylüyor olması ile Marx’ın 11. Tez’i arasında doğrudan bir ilişki kurulabileceği çok açık değil mi? Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi adlı yapıtının Kategorileri anlattığı bölümde, mantığın kategorilerdeki şemayı açıklamaya yetmiyor olması da yine böylesi bir çabanın ürünü olabilir diye düşünüyorum.

diyalektik düşünüş
Diyalektik düşünüşün ustaları: Kant, Hegel, Marx

Düşüncenin hareketini dış dünya ile ilişkilenerek, yetinmeyip bu ilişkinin sınırlarını da aşarak kurabilmek, Hegel’deki momentler arasında ömür süren Geist’ın kendini açımladığı yaşam serüvenine götürüyor zihnimi. 

Kant, diyalektiği bir yanılsama mantığı olarak açıklıyor. Yanılsamayı gerekçelendirirken yargı yetisine gönderme yapıyor. “…Ne de görüngü ve yanılsama aynı olarak görülmelidir. Çünkü gerçeklik ya da yanılsama sezildiği ölçüde nesnede değil, ama düşünüldüğü sürece ona ilişkin yargıda bulunur.” (B 350, Syf. 176) Kant, kendi yasalarıyla işleyen iki alanı tarif ettikten sonra bu alanların kesişim noktası olan sentezleme aşamasının nasıl oluyor dazihni antinomiye sürüklediğini anlamaya çalışıyor.

Duyu verilerinin temellendirildiği doğa yasaları kendine özgü biçimleri ile oradadırlar ve değişmezler, zihnin kategoriler aracılığıyla bu yasaların sonucunda üretilen duyu verileri ile anlama yetisi alanında karşılaşmasının çözümlenmesi esas meseledir. Bu hareketin sahne aldığı veya bedene büründüğü yer de anlama yetisinin alanıdır ki burada kategorilerle iş görülür. Kategoriler ise saf kavramlarla iş görür.

“Duyuların bir tasarımında da (hiçbir yargı kapsamadıkları için) hiçbir yanlış yoktur. Hiçbir doğa kuvveti kendiliğinden kendi yasalarından sapamaz. Buna göre ne kendi başına anlak (başka bir nedenin etkisi olmaksızın) ne de kendi başlarına duyular yanılabilirler; anlak yanılmaz, çünkü yalnızca kendi yasalarına göre işlediği zaman, etki (yargı) zorunlu olarak bu yasalar bağdaşmalıdır. Tüm gerçeklikteki biçimsel yan anlak yasalarıyla bağdaşmaktan oluşur. Duyularda ne gerçek ne de yanlış hiçbir yargı yoktur. Şimdi, bizde bu iki bilgi kaynağının dışında hiçbir başkası olmadığı için, yanlışlık yalnızca duyarlığın anlak üzerinde gözlenmeyen etkisi tarafından ortaya çıkarılır, ve bununla yargının öznel zeminleri nesnel zeminlerle birleşerek onları kendi belirlenimlerinden saptırır,*—tıpkı devinen bir cismin kendi başına her zaman aynı yöndeki bir doğru çizgide ilerlemeyi sürdürme*ama bir başka kuvvetin onu aynı zamanda bir başka yönde etkilemesiyle eğrisel devime geçmesi gibi. Ve anlağın kendine özgü edimini onunla karışan kuvvetten ayırdedebilmek için yanlış yargıyı iki kuvvet arasındaki köşegen olarak görmek—kuvvetler ki yargıyı 1®bakıma bir açı oluşturan iki değişik yönde belirlerler—ve o bileşik etkiyi anlağın duyarlığın yalın etkilerine çözmek zorunludur. Arı a priori yargılar durumunda bu göre aşkınsal derin düşünce yoluyla yerine getirilmelidir, çünkü daha önce gördüğümüz gibi bu tür düşünce her tasarımın yerini ona uyan bilgi yetisinde saptar ve dolayısıyla birinin öteki üzerindeki etkisini ayırır.”

Bu alıntıyı uzun tutmamın nedeni Kant’ın zihin derin düşünceye geçtiğinde antinomiye düşmesin diye ne kadar uğraştığını gösterebilmek içindi. Bütünü kavrama kesin bilgiye ulaşma çabası içindeki zihin her daim bilmek ister. Bilmek isterken de çoğu zaman çukurlara girer, o çukurların farkında olabilmek aslında oradan da çıkışın anahtarı olacaktır. Kant bize bu anahtarı verme çabası ile yanar tutuşur. Burada beni şaşırtan diyalektiği veya derin düşünceyi, kritik ile birlikte düşünebildiği halde olumsuzlaması oldu. Düşüncenin hareketi dogmaya kapıyı aralıyorsa, o vakit hareketi yadsımak niye? Burayı tam kavrayamadım. Kategorilerin çokluğunda yaptığı vurgu o harekete bir gönderme olarak düşünülebilecekse yanlışa düşmesinin altını bu denli çizmek niye? Oradan derin düşünce ile ilkelere ulaşılabilecek olması bizi sevindirmesi gereken bir şey değil midir? Aklımda deli sorular…

Oysa bu bölümde, deneyi yadsımadan derin düşünebilmenin ve hareketi sürekli kılmanın mümkün olduğunu gösteriyor Kant, bunun sevincini bizimle paylaşamıyor olması beni hayrete düşürdü.

Sürecek…

*Feurbach Üzerine Tezler –Karl Marx (11.Tez olarak bilinir)

 1 Marx’ın Okuyuşu – Levent Kavas https://www.youtube.com/watch?v=fSWY9eYErqw

2 Yeni Yüzyılda Diyalektik, Bertell Ollman, Tony Smith, syf. 21, Yordam Kitap, 2011.

3 Kant’ı anlamaya yönelik birkaç soru: Marx’la yolları nerede kesişti –Ebru Tutu https://dusuncekirintilariaklinorgutlenmesinedairdeneme.wordpress.com/2021/03/25/kanti-anlamaya-yonelik-birkac-soru-marxla-yollari-nerede-kesisti/

4Koşulsuzluk sevdasındaki aklın düşün yolculuğunun metodolojisi üzerine düşüngü denemeleri: Bütünü kavrama uğraşı antinomi ile maluldür.-Ebru Tutu https://dusuncekirintilariaklinorgutlenmesinedairdeneme.wordpress.com/2021/03/26/kosulsuzluk-sevdasindaki-aklin-dusun-yolculugunun-metodolojisi-uzerine-dusungu-denemeleri-butunu-kavrama-ugrasi-antinomi-ile-maluldur/

Hic Rhodus, hic salta!

Hic Rhodus, hic salta! Bugün okuduğum bir makalede rastladım. Pek çok farklı çevirisi yapılmış. Bendeki çeviri ve yorumu şöyle oldu: Sınırlı latince bilgimle, “İşte Rodos, haydi atla!”.

Çeviri bu haliyle de zihnimi, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Ana Hatları’ndaki, Rodos’un üzerinden atlayamazsın meselesine götürdü bıraktı. Oradan da Minerva’nın Baykuşu gece havalanıra kadar geldim. Bir söyleşide baykuş türleri içinde yalnızca Minerva’nın gündüz uçan bir baykuş türü olduğunu öğrenmiştim.

Yazımını bitirip henüz savunmasını veremediğim tezimde de Rodos’un üzerinden atlanabileceği, insanlığın bu sıçrayışı gerçekleştirebilecek bilgi ve deneyim birikimine sahip olduğunu savlamıştım. Bu düşüncem hiç değişmedi. İnsanlık o sıçrayışı mutlaka yapacak. Bunu biliyorum.

Yaşadığım çağı anlamaya çalışma çabası içinde, olup biteni takip edebildiğim kadarı ile bunu görebilme olanağım da olacak gibi. Gündüz uçabilen Minerva Baykuşu’nun gözünden bunu görebiliyorum.

Sevgilerimle…

Sesimi duyan var mı

Taliban’ın yönetime gelmesinin ardından Afgan halkı ülkeden kaçıyor. Kabil Havalimanı’ndan insanlık için acı veren görüntüler dünya basınına düştü.

İzleyebildiğim kadarı ile gerçek/hakikat konusu tarihin tozlu raflarına kaldırılmış durumda. Kimsenin gerçekle meşgul olmak gibi bir istediği olduğunu söyleyemeyeceğim.  Olanı nasıl tariflersin derseniz, fikrimce tutarlı mantıksal dizgeler yerini, “benim gerçeğim bu” ya bıraktı, ki “bu” denilenin de gerçek olmadığı, illüzyondan ibaret olduğu ayan beyan ortada.

Popüler adıyla algı yönetimi söz konusu. Kuralsız, etik dışı, günlük düşünüşler eliyle üretilen sabun köpüğü zihinsel faaliyetlerle düşünce bloke edilip belli bir kanala doğru akıtılmak isteniyor. Öyle hilebaz yöntemler içindeki kurguyu ele almış olanlar, bozuk bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesi gibi arada insancıl düşünüşten de pay almayı deneyimliyorlar. Bütüncül bakıldığında mekanizmanın işleyişindeki sorunlar açık seçik görülebiliyor. Parçadan bakılarak yapılan değerlendirmelerin tamamı zihnin işleyişine yapılan bu ahlaksızca müdahaleye hizmet ediyor.

Bunu söyleme cesaretini nereden mi alıyorum. Nirengi noktamı “evrensel” olarak belirlediğimden, gerçeği tüm açıklığı ile ayrımsayabiliyorum. Bağıra çağıra ilan ediyorum, zihnin işleyişine kötücül bir müdahale var ve bu bilinçli olarak yapılıyor. Dahil olanlar masum, saf, beceriksiz… değil. Bilerek yapıyorlar. Kötüler.

Toplumsal yansımalarından örneklerle tespit edebildiğim kadarı ile anlatmayı deneyeyim öyleyse. Sığınmacı/göçmen/mülteci statüsüyle yaşadıkları ülkeleri terk etmek zorunda olanlar, demokrasi havarisi, özgürlük çığırtkanı yönetimlerce yalnız bırakıldılar. Oysa yine aynı yönetimlerin bilinçli müdahaleleri sonucunda ülkelerindeki sistem çökertildi ve yollara düşmek zorunda bırakıldılar. Bu gerçek sanki ortada yokmuşçasına (tartışılmaktan ısrarla kaçınılıyor) onları metalaştırarak sınırlarını aç/kapa yapan yönetimlerin iç siyaset aracı haline dönüştürülebiliyorlar. Söz konusu ülkelerin yurttaşları da bu mekanizmanın ardında hiç düşünmeden hizaya geçebiliyor. Ekmeğine ortak olma korkusu, yurdundan sürüleceği endişesiyle, sonucu yaratan nedenleri düşünsel dizgesine katmadan nefret dilinin yayılmasına katkı sunmak konusunda bir an bile tereddüt etmiyorlar. Bu aynı kişiler, doğayla, kadınla, çocukla ilgili çiçekli cümleler de kuruyorlar bir yandan. Kendi ülkesinin doğası, kendi ülkesinin çocuğu, kendi ülkesinin kadını için o çiçekli cümleler. Gezi direnişinde saf tutan bir kısmı ise stadyumlarda nefret kusuyor mültecilere. Sorarsan, “O ayrı, o ayrı.” Evrensel ile ilişkilenemeyen zihin ikisini ayrı ayrı çekmecelerde birbiriyle, en önemlisi insanla ilişkilendirmeden düşünüşüne dahil edebiliyor. Öfkesini, neden olana değil de alınan kararların sonucundan zarar görene yönlendiriyor. Bu size de ürkütücü gelmiyor mu. Ben ürküyorum. Kapitalizmin güdümündeki faşist zihinsel örgütlenme kendine alan açmak için bu yöntemleri daha önce de denedi ve denemeyi de sürdürüyor. İnsanın zihinsel sıçrayışı gerçekleşemediğinden (buradaki bariyerler de kapitalist üretim biçiminin bir sonucu) her defasında aynı tuzağa düşülebiliyor.

Sürdürmeyi deneyeyim, sosyal demokrat zihin yukarıda değinilen soruna, “sınır namustur” ile yanıt veriyor. Yaygın tartışma cümlenin cinsiyetçi olduğu etrafında sürdürülüyor. Burada Fatih Yaşlı Hoca’dan destek alacağım, zira yazdıklarına tamamen katılıyorum. Evrensel ile ilişki kurabilen zihni onda görebiliyorum:

“ ‘hudut namustur” pankartında somutlaşan tutumun siyasal ve toplumsal sonuçlarının neler olabileceği üzerine değil de, oradaki namus sözcüğünün cinsiyetçi olup olmadığı üzerine bir tartışma dönüyor günlerdir. bu da yaşadığımız zamanlara özgü bir garabet olsa gerek.

post-akp döneminin kodları, sistemin kendisini nasıl restore etmek istediği, seküler, kentli ama çok daha faşizan bir milliyetçiliğin yükselme zemini, toplumsal öfkenin hangi kanala akıtılmak istendiği, hepsi var halbuki o pankartta ve sloganda.”

Demokrasi: bana kadar, Özgürlük: bana kadar, Eşitlik: bana kadar, Adalet: bana kadar. Zihnin nasıl bir kısır döngüye sokulduğu sizce de açık değil mi. Evrensel ile ilişkilenemeyen zihin içine çöküp, yanılgıları ile baş başa kalıyor. Yel değirmenleri ile girdiği bu savaşı da kaybetmeye mahkûm. Kötünün değirmenine su taşıyarak insancıl yaşamı kurabilmek mümkün olamayacak.

Günümüzde yaşanan sorunlar anlamında öne çıkan bir sorundan hareketle savımı gerekçelendirmeyi denedim. Ancak söz konusu kötücül zihinsel örgütlenmeyi mikro ölçekte de ele alabiliriz. Tarihte geri gidildiğinde aynı yöntemle mikro değerler üzerinden zihnin işleyişine nasıl müdahale edilebildiğini toplum olarak deneyimledik. Mezhep ayrılıkları, siyasal pozisyon ayrılıkları, etnik köken ayrılıkları, cinsiyet ayrılıkları, inanış farklılıkları… bu liste daha da uzayabilir. Tamamı zihnin antinomilerine oynayan kötücül aklın iktidar çabasını sürdürmekten ibaret. Eğitime de aynı akıl müdahale ettiğinden yığınları ikna etmesi güç olmuyor. Düşünmeyi bilen, evrensel ile ilişki kurabilen akıl bu tuzakların üzerinden kuş gibi atlar geçer. Bu olamıyor. Neden?

Sorunun yanıtını ararken şu ip uçarını takip etmenizi öneririm: işaret eden parmağın zihinsel örgütlenmesini, dünyayı kavrayışını, ekonomik ilişkilerini, tarihsel birikimini eleştirel düşünüşle değerlendirmeyi deneyin, ufuk açıcı olabilir.

Sevgilerimle…

Aklın işleyişi ile meşgul olacaklara öneri: Kant’tan antinomileri, Hegel’den hareketi iyi öğrenebilirsiniz.

Hegel’in gör dediği: Hakikat, bilgiye dayanandır, ancak düşüncenin emeği yoluyla bilinebilir

Minerva’nın Baykuşu

Her kavramı karşıtı ile düşünmek, ancak onunla bir anlam kazanması, karşıtını olumlamaz mı, onun varlığını haklı çıkarmaz mı? İyi ve kötü bağlamında düşünüyorum. İyi’nin varlığı ancak kötü ile bir anlam kazanıyorsa, bu durumda kötü kendine kocaman bir alan açıp, tahtına kurulma hakkını kendinde bulmaz mı? Yaşamlarımız da bu ikisi arasındaki çatışmanın ortasında yok olup gitmez mi?  Zihni dumura uğratıp hakikatten uzaklaştırmanın, ali cengiz oyunlarıyla kötüyü olumlamanın bir yolu değil midir bu?

Hemen yaşamdan örneklerle, hem kendim hem de okuyucu nazarında azıcık daha açık kılmaya çalışayım durumu: Organik tarım-organik olmayan tarımla başlayayım. Organik olan tarım doğanın dengesini bozmadan, onunla eşitlikçi bir ilişki kurmak yoluyla doğanın bizimle paylaştığı ürünleri anlamında kullanılıyor diye düşünüyorum. Toprağa kimyasal karıştırmadan, daha fazla ürün piyasaya sürmek adına vaktinden önce meyve / sebzenin gelişimini sağlayacak hileler yapmadan yapılan üretim diye anlıyorum ben bu kavramın işaret ettiği üretim biçimini. Peki olması gereken, doğal olan, kendiliğinden olan zaten bu değil mi? Diğerinin sözü bile edilemiyor, yaşama geçirilemiyor olması gerekmez mi? Hukukun bunun önünü kesiyor olması gerekmez mi? Doğal olanın, kendiliğinden olanın, doğanın bizimle paylaştığı ürününü (nedeni yeterince kârlı olmaması olabilir, veya üreticinin bu zahmeti çekmek istemiyor, bir an önce ederini paraya çevirmek isteği ya da başkaca sebepler) yine karşıtına gönderme yaparak fahiş fiyatlarla tüketiyor olmamız size de garip gelmiyor mu? Zihnimize yapılan müdahale, olumsuz yönlendirme, kötüyü olumlama sizi de ürkütmüyor mu?

Beni ürkütüyor. Neden mi? Üreticinin sırf kâr haddi yüksek diye bu ürünü tercih ediyor olması, insan / toplum sağlığını, hatta kendi sağlığını düşünmüyor olması, zihnin fetiş çukuruna düşürülebildiğinin benim açımdan açık bir kanıtı. Bütünlükten, erdemden koparılarak nasıl sadece bugüne hapsedildiğinin, meta fetişizmine nasıl esir edildiğinin çarpıcı bir örneği. Peki hukuki düzenlemelerin buna cevaz veriyor olması ne anlama geliyor işte orada da kalkınma kavramı devreye giriyor. İhracat rakamlarına bakmak, oradaki rakam artışının “başarının” bir ölçütü olarak sunuluyor olması ve organik olmayan tarımın olumlayıcısı olarak yine düşünceyi dumura uğratabiliyor olması bakımından önemli. Kötü sıradanlaştırılıyor, olumlanıyor. Leviathan’ın gücüne güç katmak bakımından zihnin işleyişinin bozulması önemli. Kavramı karşıtının var ediyor olması burada da devrede. Belki henüz tam kavrayamamış olsam da bende bıraktığı his bu.

Gelelim “iyi hekimlik” kavramına. Demek ki bir kötü hekimlik var ve bir de onlardan kendini ayırmak isteyen iyi hekimler var. Peki ya hekimlik? Ona ne oldu? Hekimlik kavramı başlı başına yaşama dair, ondan yana olan bir kavram değil mi? İnsan yaşamı merkezli ömür sürmek değil mi? Peki bu durumda kötü hekimlik kendine varlık alanı bulabilir mi? Sorular net, yanıtlar net olmalı. Bulamaz, o kimselere hekim denemez/denememeli, tıpkı yukarıdaki örnekte tarımla uğraşan kişilere çiftçi denemeyeceği gibi. İşte kapitalizm bunu yapabilmeyi başarıyor. Kendine çeşitli gerekçeler yaratarak kötüyü olumlayabiliyor. Kendi olumsuzunu yaratarak varlığını sürdürebiliyor. Zihin de bunu antinomiye düşebilme özelliğinden dolayı kolaylıkla kabul edebiliyor. O zaman da hasta garantili sayrılar evleri kimseye tuhaf gözükmüyor. Kendine hekim diyenlere bile.

Bir de “yandaş gazetecilik” var. Gazeteciliğin tanımı açık değil mi? Halk adına, haber alma hakkını halktan yana savunabiliyor, görevi bu ilke ile yerine getirebiliyor olmak. Bunu bir yaşam felsefesi haline getirebiliyor, bir meslek ya da egemenle gücü paylaşma araçsallığının dışında kalabiliyor isen sana gazeteci diyebiliriz. Bunun dışındakilere gazeteci diyecek miyiz? İnsanların aklını bulandırma araçsallığı içinde özgür olmayana, egemenle iş tutana gazeteci diyecek miyiz? Önüne bir sıfat getirdiğimizde sorun çözülecek mi?

Hegel’in efendi-köle diyalektiğine dikkat çekmek isterim düşünceyi bu aşamaya getirmişken. İkisi de hem birbirini olumlayan / var eden, hem de kısır döngünün sürmesine olanak tanıyan bir düzenek içinde yaşamlarını sürdürürler. Bu düzeneğin kırılması, düşüncede Benjamin’in ifadesi ile dikey bir kırılmayı gerektiriyor. Bu kırılma gerçekleşemediği sürece insanın beklenen sıçramayı gösterebilmesi mümkün gözükmüyor. İkincil gelişimlerle avunmak durumunda kalacak. Kavramların içinin nasıl boşaltıldığını, yaşamın ters yüz edilirken anlamın da zihnin ayakları altından nasıl çekilebildiğini göstermek/görebilmek tarihi getirdiğimiz bu noktada her şeyden çok daha önemli.

Gelecek yüzyılı düşüncesine müdahaleleri açıklıkla görebilen, mutlaktan zihnini kurtarabilmiş, sanılarını bilimsel düşünebilmenin tahtasına yatırabilmenin yolunu bulabilenler kuracaklar. Çünkü bu kimseler insana yeniden “Özne” olabilmenin yolunu açabilecekler.

Hegel bunu çok önce muştulamıştı, “…Bu bana hemen, Hakikatin bilgiye dayandığı, ama bir bireyin yürürken ve dururken değil, ancak düşündüğü ölçüde Hakikati bildiği konusundaki eski inancı anımsatıyor: Hakikat ister dışsal ve duyusal olsun, ister zihinsel algı olsun (zira her algı bir algı olarak duyusaldır), dolaysız idrak ve algı içinde değil, ancak düşüncenin emeği yoluyla bilinebilir.”1



1 Hegel, Felsefe Tarihi Cilt 1, çev. Doğan Barış Kılınç, syf. 35, Nota Bene Yayınları, 2018.

Yaşamın akışkan devinimi içinde tomurcuktan çiçeğe dönüş: Başka bir insan mümkün

-Ablacım kartımı diğer çantamda unutmuşum, geçebilir miyiz?

-Abla annenin otobüse binmesi yasak, 65 yaş üstüne sınırlama var.

(Sessiz dil devrede, annesi ile birlikte otobüse biner yerlerini alırlar. Öncesinde, olan biteni anlamaya çalışan yaşlı kadın, bir yandan zorlukla otobüse binmeye çalışırken, bir yandan da kızına dönüp yumuşak, endişeli ses tonu ile seslenir.)

– Kızım bizim yüzümüzden çocuğa bir zarar gelmesin.

Yaşlı kadının ses tonu, bir araya getirdiği sözcüklerin anlamlı bütünü, içimde bir yerlere derinden işledi. Uzun uzun yüzüne baktım, derin çizgiler, yaş almışlığın ötesinde başkaca insan öykülerini de betimliyordu. “İnsan insanın kurdudur”un ötesinde/karşısında yeni bir yaşamın tarihin içinden seslenişiydi adeta. Araçsal/faydacı/pragmatik aklın karşında örgütlenebilen yeni bir aklı muştuluyordu. Pamuk gibi yumuşak, neoliberal bireyci/bencil/tekçi düşünüş dalgalarının büyük şiddetine karşı kaya gibi direngen bir akıl ile karşı karşıya kalmak heyecanlandırmıştı beni.     

Çürümenin/insancıl yoksunlaşmanın yoğun yaşandığı kaotik bir şehirden geliyordum ve yoksunluğu derinlikli duyumsayabileceğim kanalları açık tutabilmiştim. İnsanı arayış çabasındaki biri için çölde vaha gibiydi duyumsayışın böyle uyandırılması. Sıradan bir günde, sıradan bir otobüs yolculuğu ile…

Diğeri üzerinden/diğerine rağmen kendini var eden düşünsel örgütleniş, birbirini besleyen efendi-köle diyalektiği içinde, kısır bir döngüsel düzenekle işleyişini sürdürürken insanı da bitiriyordu. Özgürlüğe açılan kapılara kilit üzerine kilit vurabiliyor ve bunu yaparken de olanı biteni öylesine normalleştiriyordu ki dizgeye dahil olmayan/olamayan düşünsel örgütlenmeler başarısız/yetersiz/ marjinal/absürd/geçersiz/sıradışı… addedilip kolaylıkla düzenek dışında bırakılabiliyor, hain ilan edilebiliyor, yok sayılabiliyordu.

Belirli bir formdaki kendini var ediş biçiminin diğerine dayatılıyor olması yaşamın tüm alanlarının araçsallaştırılmasını da beraberinde getiriyor, zihin hakikat ile ilişkilenebilme olanağını da böylece yitiriyordu. Güdükleşiyor, renkleri soluklaşıyordu. Mekanik işleyişe de böylece adapte edilebiliyor, kendinden mesafelerce öteye fırlatılıp kaybediliyordu.

İnsanı arayış yolculuğunda olanlar bilir, onun kayıp olma durumu “id” in hâkimiyetindeki birikim yasasından gelir. “Vahşi kapitalizm yasaları” söylemi de tam bu noktayı işaret eder. “İd” in (insanın kültür ile harmanlanamamış ilksel yönü) dizginlerinden salıverilmesi yasaları kapitalist üretim biçimine içkindir. Kaynakları fütursuzca kullanarak gerçekleştirilen üretim ve bu üretimi satın alacak olan tüketici üzerine kurulu bir yaşamda insana yer yoktur. Tam da bu nedenle insanda, insancıl olan ne varsa, bu yönünü besleyebilecek, böylesi bir düşünüşü uyandırabilecek ne varsa yaşam dışı bırakılır.

Yazı boyunca sözü edilen düzeneğin içlemi,  DüşünceKırıntıları’nda yayımlanan diğer yazılarda daha açık biçimde ortaya konulmaya çalışıldı. Marx’ın “Kapital”i ile Hegel’in “Hukuk Felsefesinin Ana Hatları” adlı yapıtları ve elbette bu yapıtları besleyen diğer yapıtlar bu blog sayfalarının da temellendiği, düşünüşünün tomurcuklarını çiçeklendiren kaynaklar oldu. Blog sayfasının mottosu olan “Düşünmeye cesaret et!” önermesi de Kant’ın katkıları ile gün ışığına çıkabildi.

İnsanın/düşüncenin sıkışmışlığını ayrımsayabilmek yüzümüzü eleştirel bir akılsal örgütlenme ile tarihe dönmekle mümkün. İnsana doğru yolculukta yolda olanların birikim yasaları da böyle işliyor.

Bitirirken insan içine karışmanın yolculuğun ana ekseninde yer aldığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Sıradan bir günde, sıradan bir otobüs yolculuğunda insancıl duyumsayışın çiçeklenmesi ancak böyle mümkün olabiliyor. 

Platon’un mağara alegorisine gönderme.

Aşağıda blog sayfasında bulunan ve bu yazıyı tamamlayıcı olduğunu düşündüğüm yazıların linklerini paylaşıyorum. Yine de, fikrimce blog sayfasında paylaşılan tüm yazıları okumak düşünüşün bütünlüklü kavrayışında önemli. Keyifli okumalar…

Selam olsun şiir sesli kadınlara

Aklın yanılgısı karşısında düşünceyi yeniden örgütleyebilmek

Yaşamak şakaya gelmez

Düşünmeye cesaret et!

Memleketimden insan öyküleri

Hegel’deki tanınma ilişkisi çürümenin de can suyu

Çürümeyi içeriden bildiriyorum

Mülkiyet Tezi

İnsancıl İktisat

Hegel’deki tanınma ilişkisi çürümenin de can suyu

Tanınma ilişkisi karşılıklılık içerir. İlişkinin çözümlenmesi Hegel’in zihninde yaşam bulur. Hegel’e göre kendini tanımak ancak bu karşılıklılık içinde mümkündür. “Özbilinç doyuma ancak başka bir özbilinç ile ulaşır.”1

Sözü edilen bu tanınma, diğeri üzerinden kendini var etme çabası üzerine uzun süredir düşünüyorum. Bu ilişki biçiminin önceki yazılarda vurguladığım çürümeye katkısı olduğu sonucuna ulaştığımı söyleyebilirim. Birazdan ayrıntıları ile açıklamayı deneyeceğim…

Farklı sosyal medya platformlarındaki tartışmaları takip ediyorum. Zaman zaman bu durumun farkına varanlar olduğunu da ayrımsıyorum. Farkında olup, sonra çaresizce (benim izlenimim) içinde bulundukları “diğerini var etme ve dolayısıyla kendini var etme” çabasını ısrarla sürdürüyorlar. Geri çekilemiyorlar. Bunu neden yapamadıklarını anlamayı deniyorum ancak henüz tam olarak beni ikna eden bir yanıt bulabilmiş değilim. Zira ben bu çağın temel eyleminin “GERİ ÇEKİLMEK” olması gerektiğini ve AKLI YENİDEN ÖRGÜTLEYEREK çürümüşlüğün aşılabileceğini düşünenlerdenim. İnsancıl İktisat’ı dert edinmem de bu nedenledir. Derde deva arayışı…

İnsanlık adına büyük bir kavga verildiği inancı hakimken benim penceremden durum hiç de öyle gözükmüyor. Hegel’in tanınma ilişkisini çözümleyişinden haberdar olduğumdan beri artık öyle olmadığı konusunda emin olduğumu da söyleyebilirim. Kötü ile etkileşimin her türü onu yeniden var etmenin ötesine geçemiyor. Geçemez de işin doğasına aykırı.

Yok saymanın, sözüne söz ile karşılık vermemenin bir yolu olmalı. Kötüyü var etme değirmenine su taşımak yerine, onu var edecek sözü esirgemek neden bu kadar zor geliyor? Sosyal medya platformlarında yürüyen “cepheli çekişme“ aklın ortadan çoktandır kalktığına işaret değil mi sizce? Cephe varsa savunma için akıl dışı, insandan/insancıllıktan uzak hedefe yönelik, kazanmaya, diğerini alt etmeye yönelik bir çaba yok mudur? Böylesi bir ortamda “gerçek/hakikat” üzerine konuşulabilir mi? Cephelerin birdirbirine can suyu olma araçsallığı içinde yürüyen klavye/söz/hukuk… savaşlarının can suyunu kesmeden hakikatle nasıl yüzleşilebilinir?

Yakında bu blogda bir çeviri metin yayınlayacağım, “hukuk savaşı (lawfare)” kavramının doğuşu ve gelişimi irdeleniyor metinde. Brezilya örneği üzerinden gidilmiş, askeri diktatörlüklerin yerini hukuk savaşının aldığı iddia ediliyor. Dikkate değer bir görüş olduğunu düşünüyorum. Egemenler her daim düzenlerini sürdürecek bir yol buluyor ya da bir yol açıyorlar. Bunun karşısında yığınlar, sayısal olarak güçlü olsa da tarih boyunca kayda değer bir ilerleme gösteremiyorlar. Hakikati perdelemenin bir yolu daima bulunuyor ve tanınma arzusu ile de geniş kitleler egemenin gücünü yeniden üretmek adına sürece dahil edilebiliyor. Benim ayrımsayabildiğim kadarı ile buradaki kapan “araçsal/pragmatik” akıl. Her seferinde ezilenler o kapana kısılıyor/kıstırılıyorlar.  Tarihteki tek ışımanın Marx’ın zihninden yayıldığını düşünenler arasında yer alıyorum. Elbette Marx’ın zihnini besleyen entelektüel birikimi göz ardı etmeden.

Benim çözümüm net, kötüyü var etmekten vazgeçin kendinizi var etme çabasına bir katkısı olacağını düşünmüyorum. Geri çekilin ve biraz soluklanın. Sonrası insanca bir yaşamın kuruluşuna ön ayak olacak yeni bir düşünüşü yaşama geçirme çabası olacaktır. Önce kendi yaşamlarımızdan başlayarak. Dışsallaştırmadan, iç görüyü güçlendirerek. Sınıf kavgasında bir kez olsun haklı olanın gönlünce/insanca yaşamasının yolu fikrimce buradan geçiyor.

1 G.W.F. Hegel, (2015). s.80, Tinin Görüngü Bilimi. Çeviren: Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınevi