Temel Gelir Hakkı, yaşamı önceleyen siyasal sistemlerde yurttaşlık hakkıdır

Bu sabah itibarı ile, bir takım vergisel muafiyetler sağlansa da, sermaye kârından vazgeçmeyeceğini işten çıkarmalarla söylemiş oldu.

Türk-İş talep ettiği asgari ücret miktarı ile patron masasının süs bitkisi olduğunu dün açık seçik beyan etmişti zaten.

Yığınların, yoksulluğun da ötesinde açlığa mahkum edildiğini, bu sabah Türk Lirasının yeniden daha da değer kaybettiği haberiyle uyandığımızda öğrenmiş olduk.

Bütçe görüşmeleri Meclis’te sürüyor ve gözüken o ki yine halkın gereksinmelerine değil, varsılın isteklerine yönelik bir bütçe ile karşı karşıya kalacağız.

Adalet, özgürlük, eşitlik taleplerini önceleyen yeni bir talebin yüksek sesle dile getirilmesinin vakti geldi. Adil, özgür ve eşitlikçi bir siyasal anlayış için mücadele edebilmek adına, açlığa terk edilmek istenen geniş kesimler için “Yurttaşlık Aylığı”, “Yaşam Ücreti”, “Temel Gelir Hakkı” veya adı ne olacaksa, koşulsuz her yurttaşa bir hak olarak tanınmasıdır.

Pandeminin başlarından itibaren konuşulan, sendikaların bir türlü ikna olmadığı bu tartışmayı gündeme getirmek, açlıkla sınananların insanca/hakça mücadele edebilmesinin de yolunu açacaktır diye düşünüyorum.

Böylelikle yoksulluktan devşirilmek istenen barbarlığın da önüne geçilmiş olacaktır. Üzerine düşünmeyi, tartışmayı ve mücadele ağını örmeyi öneriyorum.

Sevgilerimle.

Tartışmayı şu linkten takip edebilirsiniz.

Sosyal demokrasi-emek ilişkisinde karar günü geldi

Damdaki kemancı dengeyi nasıl sağlayacak?

“‘Bu düzen değişmeli’ sözünün arkasında durmayı başaran, emek-sermaye çelişkisinin asıl çelişki olduğu konusunda ısrarcı, patronlarla aynı gemiye binmeyi reddeden, sahici bir düzen değişikliği iddiasına sahip olan ve bunu toplumla buluşturabilen bir siyaset, Türkiye’nin geleceğindeki yerini alacak. Aksi durumda aktörleri değişse de düzen yoluna devam edecek.”

Alıntı Fatih Yaşlı’nın 15 Aralık 2021 tarihli yazısından. Fatih Hoca’nın bu yazısının da diğerleri gibi dikkatlice okunmasını salık veriyorum (Yazının tamamının yer aldığı linki aşağıda paylaşıyor olacağım).

Nedenine geldikte, son dönemde, izleyebildiğim kadarı ile, çekilen eziyetin tüm sorumlularını dar’a (hukuk karşısına çıkarmak anlamında kullanılmıştır) çağırmak yerine, alışıla geldiği gibi, yaşanılanı halının altına süpürüp, yola devam etme gibi bir görüş yaygınlaşmaya başladı. Bunun sonuçlarının felaket olacağını azıcık muhakeme yeteneği ile görmek mümkün.

Sınıflararası çelişkinin keskinleştiği dönemlerde yoksulluk yaygınlaşır, aslında karşılıklı etkileşimle birbirini var eder demek daha doğru. Yoksulluğun toplumun geniş kesimlerine yayılması hakim hegemonyayı huzursuz eder ve çeşitli yöntemlerle bu öfke dalgasının büyümesinin önüne geçilmeye çalışılır. Siyasetin dili sol kavramlara yaklaşsa da niyet gerçekten acıyı dindirmek değil, öfkeyi sönümlendirmek olduğundan kavramları eğip bükmeye başlarlar. Sol kavramları alıp kendilerince amaçlarına adapte etmeyi denerler. Şimdilerde de olan budur. Kalabalıkların haklı öfkesini sağaltmanın yolunu arıyorlar. Aynı anda da neoliberal ekonomik politikaların doğal sonucu olarak yükselen sosyalizmin önünü nasıl kesebilirizin derdine düşüyorlar.

Damdaki kemancının, hem ahenkli ses öbeği çıkarayım, hem de düşmeyeyim kaygısıyla hareket ediyorlar. Hitler Almanyasında, toplumun geniş kesimlerine yayılmış yoksulluğun faşizmce nasıl kullanıldığını ve adına nasyonal sosyalizm diyerek akılları dumura uğratıp rızayı nasıl yarattığını insanlık daha önce deneyimledi. Sosyal demokrasi de aman dengeyi bozmayayım derken faşizme kapıları nasıl araladığını artık görebilmek durumundadır.

Emekten yana tavrını devrimci sendikalardaki sandalyeleri ele geçirerek, belediyelerinde daha önce çalışmış ve haksızca işlerinden edilmiş, sendikalarınca desteksiz bırakılmış işçileri sürükleyerek genel merkezlerinin önünden uzaklaştırarak, görmezden gelerek sorunları çözemeyecekler.

TÜSİAD’ın Geleceği İnşa Raporu’nun tanıtım videosunda kullandığı “Adalet, Özgürlük ve Eşitlik” kavramları da yine aynı düşünüşe örnektir. Emeğinden başka satacak bir şeyleri olmayanların emeklerinin artı değerini sermayeye ekleyerek yaptıkları birikimi bu kavramlarla açıklamak mümkün müdür? Ya da “ama biz de şu kadar insana ekmek veriyoruz”la açıklanabilir mi?

Görebildiğim kadarı ile insanlık, gerçeği imleyen yeni bir düşünüş evresine geçmek için hazır. Bunu görebilenler gelecekteki yerlerini alabilecekler, önüne set çekmeye çalışanlar ise insanlığın yeniden bir faşizm deneyimine maruz kalmasının manivelası olacaklar. Umarım derin düşünmek için vakit ayırıp, açtıkları yolun niteliğini görmek konusunda çaba gösterirler.

Gerçek çelişki, emek-sermaye arasında yaşanan çelişkidir. Eğip bükecek bir yan olmadığını yaşamla tecrübe edeceğiz.

Sevgiler.

Sosyal demokrasi, ‘Çin modeli’, OHAL-Fatih Yaşlı

Kira fiyatlarındaki akıl almaz artış barbarlık dönemine dönüldüğünün göstergesi midir

Bir süredir farklı kentlerde yaşama deneyimi içindeyim. Kentlere dair ön gözlem yapabilmek adına çeşitli verileri değerlendiriyorum. Değerlendirmeye dahil ölçütler arasında kira fiyatları da var. Kentin düşünüşüne dair epeyce fikir verdiğini söyleyebilirim. İstanbul’dan uzak olduğum süre boyunca oradaki değişimi takip edebilmek adına da yine kira fiyatlarına bir bakayım dedim. Aklım uçtu. Bu kadarını beklemiyordum.

Güzelim kenti, c’anım İstanbul’u bu yamyamlığa reva görmeye nasıl içiniz elveriyor anlayamıyorum. Kentte hala yaşadığını düşündüğüm iyi insanların tamamı mı terk etti. Kent otoritesi bu konuda ne yapıyor, yurttaşlar nasıl içlerine sindiriyor bu durumu, anlamakta güçlük çekiyorum.

Öğrencilerin barınma konusunda yaşadığı çile vesilesi ile kısa bir süre konuşuldu sonra yine sessizliğe bürünüldü. Bu suskunluğun bedeli ağır olacak, bunun görülememesi de zihinsel tahribatın büyüklüğünün bir göstergesi.

Birikimin “emek” üzerinden yapıldığı günlerin geride kaldığını, ifşaatlardan yola çıkarak gözlemleyebiliyordum. Gezdiğim kentlerin köylerinde yapılan lüks evlerin de bunun bir göstergesi olabileceği aklıma gelmişti. Yavaş yavaş tespitimin doğru olabileceğine inanmaya başladım.

Çalışarak kazanılabilecek paralar talep edilmiyor olması, paranın kaynağının ne olduğunun da artık bir öneminin kalmadığını mı söylüyor bize. Herkes mi ilkeleri terk etmeye bu kadar meyilliymiş, anlayan beri gelsin. Kentin merkezindeki ilçelerde yaşanabilir konutlar için talep edilen kiraları ben başka türlü açıklayamıyorum.

Bir süredir akademik dünyada yeni bir kavram dillendirilmeye başlandı: “Yeni feodalite”. Bu sınıfın birikimi toprak ve köle emeği üzerinden değil elbet. Bu sınıfın sermaye birikiminin kaynağının piyasa ilişkileri olmadığı söyleniyor. Tıpkı “prekarya” kavramı gibi bu yeni kavrama da oldukça mesafeliyim.

Ancak birikimin kaynağının ne olduğu ile yakından ilgilendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Birincil kaynağın, “emek” olmadığı yönünde ciddi göstergeler çarpıyor gözüme. Bu, insanlık için felaketle sonuçlanacak bir yol. Çürümenin, insanlıktan fersah fersah uzaklaşmanın da birincil nedeni.

Kavramlar ile oynamak yerine kötülüğü besleyen kaynakları kurutmak her dünya yurttaşının birincil ödevi diye düşünüyorum. Günlük kişisel çıkarları kovalamanın artık kısa ya da uzun vadede insan için bir getirisi olmayacak. Araçsal, pragmatik, faydacı aklın son geldiği noktanın açıldığı kapı faşizmdir. Bu da insanın düşünme ediminden vazgeçmesi anlamına gelir. İşte felaket de burada başlar.

Bilgi ve gözlemlerimdeki eksik noktalarla benim görebildiğim, anlayabildiğim, dile getirebildiğim bu minvalde.

Ez cümle, bir odaya 4 bin lira kira istenmez. Tüm denetim mekanizması ortadan kalmış ve istenebiliyorsa orada çok büyük sorun vardır. Barınma hakkı, tıpkı eğitim, sağlık, beslenme gibi temel ihtiyaçtır ve anayasa ile korunma altına alınmış olması gerekir. Öyle değilse, barbarlık devrinin kapıları açılmış demektir.

Başta İstanbulluların sonra tüm yurttaşların düşünüşüne sunulur.

Sevgilerimle…

Parrhesia: Doğruyu söylemek

Masumiyeti elinden alındı “İnsan”ın. Düşünce dünyası yalanla, komplo teorileri ile istila edilerek gerçekle ilişki kurması engelleniyor. Bu ayan beyan ortadayken, İnsan, yaşamı yeniden kurabilmek için hakikatin gözünün içine bakabilme cesaretini gösteremiyor. Neden? Neden ama, neden?

İnsan’ın düşüncesiyle karşılıklı oturup söyleşmesine olanak tanımıyor içinde bulunduğumuz çağın işleyişi. Hız hakim olmuş yaşama, zamanı yakalamanın peşinde insan, kaygılı, yüreği ağzında yaşamaya zincirlenmiş. Yalnız kalmaktan, yalnız bırakılmaktan korkuyor. Sürüyü bu denli içselliştirmesi de bundan. Yalnızlığı, içe dönmeyi acılarını kanatmaktan haz almaktan ibaret bellemiş / belletilmiş. Kalabalıklara karışma, kendini unutma çabası bundan. Sürü gibi düşünür, sürü gibi eylerse kabul görüleceğini bildiğinden, ayrıksılığı göze alıp, eleştirel aklı devreye sokamıyor. Zaten bunu yapabilmenin imkânlarından da yoksun. Yalanla, doğruyu ayırt edemiyor. İnsanlar yalan söylesin istiyor kendisine. Kandırılmak hoşuna gidiyor. Yalanı, komployu kolayca zihnine alıp düşünüşüne dahil ederken rahatsızlık hissetmiyor. Hatta eyleme geçiyor, kötüyü çoğaltmayı zekâ pırıltısı olarak gördüğü an’lara da şahitlik etmiyor değilim. Tüylerim ürperiyor.  Peki ama, bu neden böyle? Neden ama, neden?

Bir süredir internette dolaşan bir fotoğraf var. Sandalyeye oturmuş bacak bacak üstüne atmış bir adamın fotoğrafı. Dünyada viral olduğu söyleniyor. Popülizmle güdükleştirilmiş akla ancak böyle ulaşılabileceği düşünülüyor. Marx’ın, Che’nin, tişört baskısına indirgenmesine eş bir duyumsayış yaratıyor zihnimde. Anti-komünist propaganda, özgürlüklerin kısıtlanması dayanağı ile öyle etkin yürütüldü ki, maketten ev beğenerek, sittin sene faizle borçlandırılan İnsan, özgürlüğü bu sınırlar içinde tanımlar oldu. Araba satışı için kullanılan reklamlarda “kendini bul” deniyor insanlara mesela. Bu arabayı alırsan kendini bulabileceksin mesajı, fütursuzca yalan söylenerek kitle iletişim araçlarından her gün servis ediliyor. Özgürlük, sınırsızca alışveriş yapabilme, maketten ev seçerek yaşamını ipotek ettirmek, yalanlarla örülü sentetik bir dünyada hareket edebilmekten ibaret. Ötesini düşünebilmek için ne zamanı var İnsan’ın, ne de içine mahkum edildiği pragmatik yaşayış düzeneğinden yakasını kurtarabilecek akılsal örgütlenme kaynaklarına yakın durabilmesi, zihnini bu kaynaklarla besleyebilmesine izin veriliyor.

Kapitalizmin eleştirisi olarak kaleme alınan Kapital’i okuyamıyor mesela. Kapital basılıyor, orada bir sorun yok. Geniş kitlelerin zihinlerinin oraya doğru yönelmesinin ayak oyunlarıyla nasıl engellendiğini anlatmayı deniyorum. Benim gençliğimde sol cenaha getirilen en yaygın eleştirilerden biri kapitalizmin karşısında onu eleştirmekten öteye gidemediği idi. Buna ikna edilen akıl, öyle günlük yaşayan akıl da değildi. Nice profesörlerin, entellerin ağzına pelesenk edilmişti bu cümle, “Ama sol da yeni bir ekonomik işleyiş vaat etmiyor, bak Sovyetler’e, insanlar baskı altında yaşıyor, özgürlüklerinden mahkum.” Oysa “critique (eleştiri)” kavramı Kant’tan Marx’a gelinceye kadar sürdürdüğü yolculukta, “Kapital”in, “Meta” nın karşısına “İnsan”ı, “Doğa”yı, “Yaşam”ı, “Canlılık” ı koyabilmiştir. Öyle koymuştur ki, böylesi bir zihinsel örgütlenme ile markete, pazara, çıkan İnsan, aldığı her metanın içindeki kristaleşmiş emeği görür. O emeğin artık değer eliyle nasıl sermayeye aktarıldığını, bu durumun nasıl eşitsiz yaşamın inşasına, sınıflara mahkum edilmiş yaşam düzeneğine ve bunun normalleştirilmesine olanak tanıdığını bilebilir. Karl Marx, bu işleyişin bilimsel / felsefi arka planını oluşturmaya adadı tüm yaşamını. Kısacası, yalanla gerçeği çarpıtan akıl, yaşamın geniş kesimlerine kendini ancak böyle kabul ettirebileceğini bilir. Popülizmin kanatları altına da tam da bu nedenle sığınır. Aklı güdükleştirme pahasına yapar bunu. Hem de bilerek ve isteyerek. O nedenle suçu büyüktür. Affedilemez.

Sol, kapitalist işleyişin karşısına paylaşımcı, dayanışmacı, mülkiyetten azade bir ekonomik işleyiş koyar. Bunu mevcudu eleştirerek yapar. Aklın diyalektik işleyişi bunu gerektirir. Diyalektik, harekete içkin olduğundan, eleştiri sonsuza kadar sürer. Aklı, yanılgılarının çukurlarına düşmekten de böylece korur. Güdükleşmesini, tutsak edilmesini böylelikle engeller. Sav’ı Hegel’in kavramlarından biriyle desteklemek istersek, her momentte soluklanıp, yapıp ettiklerini eleştiri eliyle, gerçek karşısında dara durarak gözden geçirebilir. Kendine, sözü edilmeye çalışılan bu özgürlüğü tanıyabilen akıl, zihin dünyasını talana açmaz. Popülizmin tuzaklarını açık seçik görebilir. İnsan, böylelikle dogmadan uzaklaşıp kendini bilimin /gerçeğin / hakikatin alanına taşıyabilir. Durağan, statik, sınırları başka akıllarca belirlenmiş alanların tahakkümünden böylelikle kurtulabilir.       

Sandalyedeki adama geri dönersek. Etkin anti-komünist propagandanın tahakkümündeki zihinlere, Marx’ın vaat ettiği dünya, tahakkümcü, baskıcı, ütopik gelir. Üretim araçlarının mülkiyetinin kimde olduğu sorusunun yanıtının önemi üzerine düşünemez haldedir. Meta’da kristalleşmiş emek / zaman ne ifade eder anlayamaz. Eğitim, sağlık, barınma temel insanlık hakkıdır dendiğinde konduramaz, tembelliği besleyen unsurlar olarak görür. Herkese yaşama ücreti dendiğinde, “ama çalışmadan neden para verilsin insanlara” diye düşünür. İnsan olmayı, eşit olmayı konduramaz kendine. Yaratılan toplumsal ortak değerden habersizdir. Bütünden koparılmış, parçalı düşünmenin kısır döngüsüne hapsedilmiştir. Ağacı görür, ormanı göremez. Ağacı da yamuk görür. Şimdi bu İnsan’ı ortaklaşmacı, paylaşımcı, mülkiyetten azade bir yaşamın gerçek / mümkün olabileceğine, bunun özgürlüklerinin kısıtlanması anlamına gelmediğine, özgürlük kavramının hakikati ile nasıl buluşturacaksın? Popülizmin araçlarını kullanarak mı, “parrhesia” yaparak mı?  

O sandalyede oturan adam, Bernie Sanders, Amerika’da sosyalizmi temsil eden politik hareketin öne çıkabilmiş isimlerinden biri. Kapitalizmin, şimdilerde daha çok neo-faşizmin anayurduna dönüşmüş Amerika’da insanları sosyalizme / komünizme ikna edebilmek ancak popülist atraksiyonlara girerek yapılmaya çalışılıyor. İnternette Amerikalıların Sanders’a dair korkularını dile getirdikleri paylaşımları / tartışmaları takip etmeye çalışıyorum. Sanders yanlıları dile getirilen bu korkulara karşılık Bernie’yi, “ama o kadar da Marksist değil, zaten Marx’ın kendisi de Marksist değildi” diyerek savunmayı tercih ediyorlar. Sözü edilen fotoğrafın viral olması da böylesi bir popülizmin vücut bulmuş hali. Popülist, neo-faşist, liberal, kapitalist vs., kısaca aklın yanılgıya düşmüş bu türleri karşısında net, gerçekçi, açık-seçik, yalın, olduğu gibi olanı ortaya koyabilmek bugün başka her şeyden daha değerli. Dürüstlük, bugün enternasyonalizme açılan yegâne kapı. Başkacası mümkün değil. İnsancıl yaşam, tüm dünyada sosyalizmin / komünizmin gerçekleşmesi ile mümkün olabilir. Karşısında duran bir seçenek bile değil: Faşizm. Hem de bu yeni haliyle düşünebilme / sevebilme yetisini de insanın elinden almaya niyetlenmiş, mekanik bir işleyişe mahkûm edilecek olan bir dünya hayali kuruyor. Özgürlük mü dediniz!