Küçük burjuvanın tarih sahnesindeki rolüne dair bir kesit

2000’lerin başında milliyetçilik kavramı üzerine düşünüşlerim zihnimi aştığından, bir de Londra’da yaşadığım yıllarda Balkanlar’daki boğazlaşmanın yarattığı şiddet sarmalından kaçıp gelmiş arkadaşlarımdan, o döneme dair dinlediğim yaşam kesitlerinin yarattığı travmadan, eski Yugoslavya’nın farklı bölgelerine iki kez seyahat ettim.

Seyahatlerim esnasında arkadaşlarım vasıtası ile içeriden gözlem yapabilme olanağı bulabilmiştim. Söyleşiler gerçekleştirdim.

Benim için en akılda kalıcı olanı, vahşetin gerçekleştiricileri olarak eline silah almışlardan daha fazla, kalem almış, eğitimli orta sınıfa işaret ediliyor olması idi. Çünkü o güne kadar, eğitimli sınıfın ihanet içinde olmasının çok olası olduğunu düşünememiştim.

Aydın/Eğitimli/Mürekkep yalamış takımı/Üniversite görmüşler kategorisinin benim zihnimdeki izi sadece halka/yurttaşa olan sorumluluğa işaret ediyordu. Zira toplumsal ortak değerden fırıncının payına düşemeyeni mühendis alabildiğinden üniversite görebilme imkanı elde edebiliyordu.

Sarsıldım. O günden beri de orta sınıf ihanetini dert edindim. Yazılarımdaki vurguların öyküsü budur.

Söyleşileri sabırla okumanızı öneririm. Hassas noktalara parmak basmanın yanı sıra, neoliberal düzeneğin işleyişine dair, döneme dair de, yaşam öyküleri özelinde önemli detaylar içeriyor diye düşünüyorum.

Sevgiyle kalın…🌺🐞

Milliyetçiliğin hep hazır bulundurulduğu bölge; Balkanlar

Neretva nehri üzerine kurulu köprü Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddince inşa edilir. İç savaş döneminde yıkılan körü 2004 yılında yeni hali ile hizmete açılır. Köprünün iki yanında yaşayan farklı inançlara sahip toplulukları birleştirmesi bakımından barış ve kardeşliğin sembolü gibidir.

Bugünlerde etnik çeşitliliğin birbirine geçişine izin verilmeyen ve ayrımların daha da keskinleştirildiği Balkanlarda her an ateşlenmeye hazır bir fitil bulunduruluyor. Tito Yugoslavyası’ndan geriye kalan parçalanmış bir bölgeden, Bosna-Hersek ve Sırbistan’dan izlenimlerim olacak anlatacaklarım. Sırbistan’ın başkenti Belgrat 2 milyonluk bir şehir. 20.yy bitirirken yaşananların izlerine şehri gezerken rastlayacabileceğiniz, onarılmayan sadece 2 askeri bina kalmış.

İki imparatorluğun -Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları- gücü arasında yüzyıllarca yaşamış bu şehir 2 bin 300 yıllık tarihi boyunca 40 kez yerle bir edilmiş ve yeniden inşa edilmiş. Şehirde bir süre yaşamış her kültür kendinden bir şeyler bırakmış. Tuna ve Sava nehirlerinin kesişme noktasını görebileceğiniz, Osmanlı zamanında inşa edilen Kale Meydan da (Kale Megdan) bunlardan biri, bir diğeri Ortodoks inancının önemli sembollerinden olan Aziz Sava Tapınağı.

Kale Megdan. Belgrat sakinleri vakitlerini parkta satranç oynayarak değerlendiriyorlar.

Nüfusunun yüzde 90’nının ortodoks olduğu söylenen şehirde kalan yüzde 10’luk kısmını katolikler, protestanlar, müslümanlar, yahudiler ve birdine inanmayanlar paylaşıyor. Yeniden ayakları üzerine kalkmaya çalışan bölgenin Belgrat cephesinde bugünlerde hummalı bir çalışma yürütülüyor; sokak isimleri ve posta kodlarının değiştirilme çalışması. Kimileri bunun sebebi olarak komünist dönemden kalma izlerin silinmek istenmesi yorumunu getirirken, kimileri de adres kolaylığı sağlaması sebebiyle değiştirildiğine inanmaya zorluyor kendini. Bir tarafta Avrupa Birliği üyeliği konuşulurken diğer tarafta savaş suçlularının Lahey Adalet Divanı’na teslim edilip edilmemesi
tartışılıyor. Birileri dışa açılmalıyız derken bir başkaları içe kapanmalıyız derdinde. Bir yandan da aylık ortalama 150 Euro gelir ile yaşamlarını sürdürme çabaları. Savaş yıllarında, Miloseviç’i geri adım atmaya zorlayan üniversite gençliği içinde milliyetçi akımları destekleyenlerin sayısı her geçen gün artarken, savaştan önce olduğundan daha güçlü bir konumda.

Tito Müzesi Belgrat.

Şehrin Yeni Belgrat (Novi Beograd) olarak bilenen bölümünde bir zamanlar Miloseviç‘in karargâhı olan ve Amerikan bombardımanı sırasında da birçok kez isabet almasına rağmen yıkılmayan uzun, dış yüzeyi cam olan bina bugünlerde çok uluslu şirketlerin merkezi haline gelmiş. O bölgenin ileride küçük Wallstreet olacağı söylentisi de almış yürümüş Belgrat sakinleri arasında.

Sırbistan’ın başkenti Belgrat’ta bunlar konuşulurken, Saraybosna yolu üzerinde geçtiğim köylerdeki mezarlar bu bölgede yaşanmış çıldırma halinin birer abidesi gibi yolun iki kenarına konumlandırıl evlerin bahçelerinde tüyleri diken diken ediyor. Bosna-Hersek Sırbistan sınırında bulunan köylerde evinin bahçesindeki mezarda ailesinden birilerinin yattığını bilen, hayatta kalan müslüman, ortodoks ya da katolik aileler o yılların izlerini kapatmaya çalışıyorlar. Kimi evini yıkıp yeniden yapma derdinde, kimi de kurşun deliklerini doldurarak izleri kapatma telaşında.

Kale Megdan’dan Tuna’ya bakış.

O şiirsel şehir Saraybosna

Hep mi sisli bu şehir, onu çevreleyen dağların dorukları hep mi sisli böyle. Saraybosna o yılların yaralarını henüz tam olarak kapatmış değil. Binalardaki kurşun izleri hala orada duruyor. Kuşatma
yıllarında şehre erzak ve silah gelmesini sağlayan tünel bugünlerde turistlerin en gözde ziyaret mekânı. Kurşun deliklerindeki gerçek ile gösteri malzemesi olan tünel arasında bu yazının yazarının yaşadığı huzursuzluğu tarif etmek pek mümkün değil. Sanki hem hayat o anda durmuş, hem devam ediyor. Zaman içinde bir ileri bir geri gidip geliyorsunuz.

Zagrep.

İnsanlarla konuştukça gerginliğin her an yeniden büyüyebilir olduğunu sezinliyorsunuz. Şehrin kuşatma yıllarında orada kalıp çetnik nişancılarını durdurmaya çalışmış, bugünlerde hostel işleten Boşnak müslüman bir asker uluslararası gücün şehri terketmesi durumunda yeniden boğaz boğaza gelineceğini söylediğinde ürperiyorsunuz. Sözlerini şöyle sürdürüyor; ‘Herkes kendi partisine oy veriyor. Milliyetçilik öyle güçlü ki burada yaşayan halkı ortak bir paydada buluşturacak demokratik bir çözüm öneren birilerinin çıkma umudu neredeyse hiç yok.’ Mostar’dan Saraybosna’ya dönerken tanıştığım biyoloji öğretmeni de oğlunun İspanya’da yaşamasından yakınıyor. ‘Savaş yıllarında hayatta kalabilmek için gitti oraya. Sonra da buraya dönmek istemedi. Gençlerimizi hep gönderdik. Gençler olmadan nasıl bir gelecek düşünebiliriz ki?’. Bölgede bu sorun hep dile getiriliyor. Parçalanmış ailelerden herkes dertli. Gençlerin her biri bir yana dağılmış ve ülkelerinde gelecek göremedikleri için de geri dönmek istemiyorlar.

Bir yandan yeniden yapılanmaya çalışan diğer yandan da kötü anıları hafızalarının çok derinlerine gönderip yaşama devam etmeye çalışan insanlar. Yukarılarda bir yerlerde bu insanların kaderleri ile ilgili kararlar alan başka insanlar. Milliyetçilik ile sınırları daha da keskinleştirip halkları üzerindeki kontrollerini kaybetmemeye çalışan bir elit. Avrupa’nın diğer şehirlerinde yükselen milliyetçilikten balkanlar da nasibini almış gözüküyor. Balkanlardaki etnik çeşitliliğin ve tarihin de etkisi ile milliyetçilik burada daha sert yaşanıyor ve daha fazla taraftar buluyor. Her an yeniden ateşlenmeye hazır bekletiliyor.

Avala yakınlarında bulunan kahramanlık anıtını ziyaret esnasında da Dr. Bozidar Jaksic ile eski Yugoslavya’yı ve bugünün Balkanlarının durumunu konuşmayı sürdürdük.

Röportajlar

Balkanlarda oynanan tehlikeli oyun; Milliyetçilik

Balkanlarda taraftar sayısı her geçen gün artan milliyetçi cephe bölgedeki ayrımları daha da keskinleştirmeye kararlı gözüküyor. Bu tehlikeli oyunun yeniden sahneye koyuluyor olması bölgede barış içinde yaşamak isteyenlerin uykularını kaçırmakta.

Dr. Bozidar Jaksic ‘dil ve milliyetçilik’ üzerine makaleler yazan, Belgrat Üniversitesi’ne bağlı Felsefe ve Sosyal Teori Enstitüsün’de görev yapan bir akademisyen.

Makalenizden de yola çıkarak ‘dil ve milliyetçilik’ arasındaki ilintiyi sormak istiyorum?

Kişisel olarak ‘ölü’ bir dil olan Sırpça-Hırvatça (Serbo-Croation) kullandığımı söyleyebilirim. Bu dili Sırpça ve Hırvatça olarak iki ayrı dilmiş gibi göstermeye çalışıyorlar, fakat temelde bu iki dil bazı
diyalektik farklılıkları ile tek bir dildir. Doğrusunu söylemek gerekirse bugünlerde gündemi oldukça meşgul eden bu konunun temel gerekçesi politik. Bu her zaman komik bir hikaye olagelmiştir. Bir
örnek vermek isterim: Ekmek anlamına gelen eski bir kelime vardır ‘kruh’, Hırvatlar ekmeğe ‘kruh’ derken Sırplar ise ‘hleb’ diyorlar. Dilbilimsel incelemelerde ‘kruh’ kelimesinin Sırpça bir kelime olup
daha sonra Hırvatistan’a yolculuk yaptığı ‘hleb’ kelimesinin de Hırvatça bir kelime olup Sırbistan’a yolculuk yaptığı ortaya çıkmıştır. Bu politika sonucunda belki diller daha da bölünecek ve
linguistik olarak aynı olan bu diller belki 5 ayrı parçaya bölünecek. Bu gerçekten acı bir durum.

Tito Yugoslavya’sının bugün paramparça olduğunu görüyoruz, bunun altındaki neden nedir?

Evet ne yazık ki un ufak olduk. Bunun altındaki temel neden bence kimlik problemi. Hem ulusal kimlik hem de bazen kişisel kimlik arayışları. Bunu anlayabiliyorum. Psikoanalitic olarak ufacık
farklılıklara sahibiz. Sırpsanız ve Hırvatçayı, Karadağ’da konuşulan dili ya da Boşnakçayı eğer isterseniz kolayca anlayabilirsiniz ya da tersi. Bu ayrım etno-milliyetçilik politikası ile ortaya çıkmış bir ayrımdır. Her etnik topluluk kendi ülkesine, diline bilimler akademisine hatta kendi mutfağına sahip olmak istiyor. Bu, meseleye totaliter gözlüklerle bakıştan başka bir şey değildir. Yönetenlerin
oplulukları kolay kontrol altında tutmasının da yöntemlerinden biridir.

Politikacılar bu ufak farklılıkları totaliter rejimlerini inşa etmek için ustalıkla kullanıyorlar öyle değil mi?

Evet, onlar tebaaları üzerinde tam bir kontrol sağlamak istiyorlar. Hem Sırbistan hem de Hırvatistan’da radikal sağ kanada destek her geçen gün artıyor. Milliyetçilik buralarda destek bulmayı sürdürüyor ve hangi topraklardan bakarsanız bakın bu ürkütücü bir durum. Bosnalılar
da, Sırplar da, Hırvatlar da uzun vadede bu durumdan zarar göreceklerdir.

Saraybosna’ yı ziyaretim sırasında konuştuğum insanlardan, topluluklar arasındaki keskin çizgilerin geçerliliğini hem de keskinliğini arttırarak sürdürdüğünü öğrendim. Herkes kendi milliyetçi partisine oy veriyormuş. Ve çoğu da artık bu kutuplaşmadan bıkmış demokratik bir platformda buluşmak istiyor. Fakat şu anda bu mümkünmüş gibi gözükmüyor.

Haklısınız. Bu da bir çeşit etno-milliyetçilik ürünü. Biliyor musunuz bizim sorunumuz da bu, çok fazla birbirimize benziyoruz. Kendimden örnek vermem gerekirse; ben agnostik bir yaşam biçimini benimsiyorum. Hiçbir ayrım yapmıyorum. Ve gerçeği söylemek gerekirse Sırbistan’ın doğusundaki insanlarla kıyasladığımda her açıdan kendimi Bosnalılara, Hırvatlara daha yakın hissediyorum. Hepimiz nesiller boyu bir arada yaşadık. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukların
hakimiyetine girdik. Kimi zaman Osmanlı İmparatorluğu için asker olduk kimi zaman da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu için. Artık kendimiz için yaşayıp bir arada da bir düzen içinde yaşayabileceğimizi anlamanın zamanı gelmedi mi? Arnavutlarla ne alıp veremediğimiz olabilir ki. Hiç kimseden milliyetinden, dininden ya da ırkından dolayı nefret etmek istemiyorum. Bu tür raşizmi anlamak istemiyorum. Bulgaristan, Sırbistan ve Hırvatistan’da öğrenciler arasında da
yükselen milliyetçilik tamamen bu aptalca politikanın ürünü. Yaşadığım bir olayla bu durumu örneklendirmek isterim: Sırplar, Banja Luka’daki (Bosna-Bersek’te bir şehir) muhteşem bir tarihi eseri(camii) savaş sırasında yerle bir ettiler. O şehri her ziyaret ettiğimde bu tarihsel anıtı görmeden edemezdim. Birkaç yıl önce bu caminin yeniden inşası gündeme geldi. Sırplar buna şiddetle karşı çıktı. Sokaklarda eylemler yaptılar. Fransız Radyosu bu konu hakkında benimle röportaj yaptı. Onlara şöyle söyledim; ‘Bu durumdan utanç duyuyorum. Bu faşizmdir. Sokaklarda gösteri yapanlar Sırp Cumhuriyeti tarafından manuple edilmektedir.’ Bu demecimden sonra, Bosna-Hersek’te bulunan bir enstitüden görüşlerimi desteklediklerine vurgu yapan ve enstitüde bir derse katılmamı
istediklerini belirten bir mektup aldım. Ben de bu nazik daveti kabul ettiğimi bildirip ders notlarımı gönderdim. Sadece Sırbistan tarafına değil Bosna-Hersek tarafına da ağır eleştirilerde bulunduğumu belirtir ders notlarımı alınca bu kurumdan bir daha ses çıkmadı. Ben bölgede yükselen milliyetçiliğe her iki tarafın da katkıda bulunduğuna inanıyorum . Faşizmin her türünün nereden gelirse gelsin her zaman karşısındayım bu nedenle de her iki taraf tarafından da sevilmediğimi, hatta ‘deli’ olarak nitelendirildiğimi biliyorum.

Yaptığım sokak röportajları sırasında, bu topraklar Yugoslavya iken insanların kimliklerini, dinlerini, düşüncelerini baskı görmeden yaşayabildiklerini öğrendim. Öyleyse bu kimlik arayışı, obsesyonu niye?

Kuklalar gibiyiz. Bölündük ve her bir parçamızı başka bir uluslararası güç idare ediyor. Bilindiği gibi Bosna ve Kosova’da resmi uluslararası ‘koruyucu’güçler odaklanmış durumda. Makedonya’da ise yarı-resmi uluslararası ‘koruyucu’ bir güç var. Sırbistan ve Hırvatistan’ın arkasında da resmi olmayan ‘koruyucu’ güçler var. Bizler ise oradan oraya savrulup duran, iplerimizi nasıl oynatırlarsa ona göre şekil alan kuklalarız.

Saraybosna’daki sosyal patlamanın izleri hala binalarda duruyordu. Ürkütücü bir manzaraydı doğrusu. Orada konuştuğum insanlara ‘tüm bu çılgınlıktan sonra bunun neden olduğunu düşünüyorsunuz’ diye sorduğumda bilmediklerini söylediler.’ Herkes kendi hayatını kurtarma derdine düşmüş. Bu sosyal bir patlama mıydı? Neydi bu çıldırmış olma durumunun sebebi?

Bu hem bir sosyal patlama hem de sosyal bir felaketi. Ben de bu konu üzerine epey kafa yordum. Ben tüm bu çılgınlığın sebebinin savaş ekonomisi olduğunu düşünüyorum. Savaş sonrasında türeyen yeni zenginleri görünce bunu anlıyorsunuz. Önceleri bir hiç olan bu insanlar bugün saygın birer iş adamı. Bu savaş onların gibilerin işine yaradı. Üstelik onun da ötesinde bu savaşa destek veren bu ülkenin tanınmış gazetecileri, bilim adamları, yüksek rütbeli askeri kadrolarını da unutmamak gerekir. Bu savaş gösterilmek istendiği gibi, köylü cahil birkaç çetnik nişancıdan ibaret değil. Saydığım tüm o entelektüellerin, gazetecilerin, politikacıların, bilim adamlarının ve
yüksek rütbelilerin sorumluluğu onlarınkinden daha fazladır.

Son olarak, bu bölgenin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce yeniden bir araya gelip bu parçalanmışlık durumunun sona erdirilmesi mümkün müdür?

Bunun için hiç ışık göremiyorum. Bir araya gelinmesi artık mümkün gibi gözükmüyor. Mesela, uluslararası güç Saraybosna’dan ayrıldığı taktirde oradaki insanların yeniden boğaz boğaza geleceğini söyleyebilirim. Bizim meselemizi birkaç uluslararası güç temsilcisi ile
halledebileceklerini düşünüyorlar. O organizasyonun temsilcileri henüz kim Sırp, hangisi Boşnak, Hırvat kime denir’in farkında bile değil. Bu bölgeyi, insanlarını, kültürünü tanımıyorlar bile. Zagrep’i Belgrat’tan ayıracak bilgiye dahi sahip değiller. Bu bölgede bir arada yüzyıllarca yaşamış ve hala da yaşayan insanlar olarak bu sorunun üstesinden ancak biz gelebiliriz diye düşünüyorum. Savaş sırasında ve sonrasında yurt dışına çıkmak zorunda kalmış gençlerimizi tekrar ülkelerine döndürecek bir çözüm ürettiğimizde önemli bir adım atmış olacağız.

Women In Black Belgrat

O eski hep bildiğimiz oyun yeniden sahnede; Faşizm

Savaş karşıtı ve feminist bir sivil toplum hareketi olan Women In Black (Siyah Kadın Hareketi) Belgrat örgütü üyesi iki aktivistin gözlüklerinden bugünün Sırbistanı’nı görmeyi denedik.

Women In Black’in(WIB) savaş sonrası Sırbistan’ınında ajandasındaki öncelikler neler?

Boban Stojanovic : Her ülkede konumlanmış WIB’in ülke şartlarına bağlı olarak ajandasındaki öncelikleri farklı. Biz Belgrat’ta bulunan aktivistler doğrusu sadece Sırbistan için çalıştığımızı düşünmüyoruz. Amacımız burada yaşayan insanların düşüncelerini değiştirmek. Bunun için de seminerler, sokak etkinlikleri ve diğer sivil toplum hareketlerine destek amaçlı etkinlikler düzenliyoruz. Sırbistan’ın hemen hemen her büyük şehrinde bulunan antimilitarist ve feminist
örgütlenmelere destek veriyoruz. Bugünlerde etkiniklerimiz ve eylemlerimizin temel çıkış noktası savaş suçlularının Lahey Adalet Divanı’na gönderilmesini sağlamak. Sırbistan halkını bu konuya destek olmaları için yanımıza çağırıyoruz. Bu hemen yapılmalı. Bu ülke savaş suçlularından bir an önce temizlenmeli. Radovan Karadzic’ten başlayarak hepsi cezalarını çekmeliler.

Hükümetin savaş suçlularını Lahey’e göndermek için gerçekten yeterli çabayı gösterdiğini düşünüyor musunuz?

Boban Stojanovic : Hayır, bunu gerçekten yapmak istediklerine inanmıyorum. Çünkü bu hükümet milliyetçi cephede yer alan bir siyasal yapılanmaya sahip. ‘Savaş suçlularını arıyoruz’ dediklerinde gerçekten ne kastettiklerini anlamıyorum. Sanırım sadece bir şey söylemeleri gerektiği için konuşuyorlar. Bugünlerde Sırbistan’da Avrupa Birliği üyeliği oldukça rağbet gören bir konu. Sanırım şirin gözükmek için savaş suçlularını bulmak istiyormuş gibi açıklamalar yapıyorlar. Tüm dünyanın gözleri onların üzerinde. Eh! Durum böyle olunca da bir şey yapıyormuş gibi gözükmek lazım.

Bu hükümet kapıları dış dünyaya açmak istiyor mu?

Boban Stojanovic : Bilmiyorum. Bence isolasyon ülke içinde yaşanıyor. Bir tarafta dünyadaki sisteme dahil olmamızı gerektiğine inanan politikacılarımız, öte yanda da tüm dünyanın bize düşman olduğuna bunun için de içeri dönmemiz gerektiğine inan politikacılarımız duruyor. Hangi yöne adım atılacağına henüz karar verilmiş değil. Mevcut hükümetin kapıları dış dünyaya açmak için gerekli çabayı gösterdiğine inanmıyorum. İşten çok lafla vakit öldürüyorlar. Milliyetçi cephenin desteği her geçen gün artıyor. Ortodoks kilisesi, Sırbistan Bilimler Akademisi ve Sırbistan Güzel Sanatlar Akademisi ve toplumca tanınan birçok isim, milliyetçi cepheye destek veriyor bu da
oldukça ürkütücü. Şimdi durum öncekinden de beter bir hal aldı.

Sırbistan’ın Avrupa Birliği üyesi olması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Boban Stojanovic : Doğrusunu söylemek gerekirse bu bizim öncelikli konularımız arasında yer almıyor. Ülkeyi daha az militarist yapacak her türlü opsiyona açığız. Bu konuyla ilgili olarak Sırbistan’ın NATO’nun bir konseyi olan ‘Partnership for Peace’e üye olup olmaması gerektiği konuşuluyor. Sırbistan ordusunu kontrol edecek başka bir güç demek bu. Biz bu konuya iyi tarafından bakmaya çalışıyoruz. Militarizmin her türüne karşı olmakla beraber Sırp ordusunu kontrol edecek bir mekanizmanın iyi olabileceğini düşünüyoruz.

Sırbistan’da militarist bir yönetimin mi hakim olduğunu söylüyorsunuz?

Boban Stojanovic : Ondan da öte, faşizan bir yönetime sahip olduğumuzu söylüyorum. Bu ülkedeki militer yapı çok güçlüdür. Ordu en güvenilir kurumlar arasında yer alır. Fakat bizim güçlü bir ordudan çok iyi bir eğitim, sağlık ve başka birçok şeye ihtiyacımız var. Oysa tüm bunlardan önce ülke bütçesinden en fazla pay alan kurum yine Sırbistan Ordusu. Çok umutlanmasak da halk içinde bu duruma çeşitli nedenlerle tepkiler başladı. Savaş sonrasından bugüne kadar ufak da olsa adımlar
atılmaya başlandı. 2003 yılında askerlik çağına gelmiş gençlere bir hak verildi. ‘Vicdani Red’ hakkı. Askerlik görevini yapmak istemeyenler sivil görevler alabileceklerdi. Bu yıl asker alımı için yapılan son çağrıda (yılda dört kez yapılıyor)Kendisine çağrı mektubu gelen gençlerin yüzde 50’si ‘vicdani red’ hakkını kullandı.

Peki bu gençlere ne oldu? Bu durumdan dolayı yargılandılar mı? Başlarına ne geldi?

Boban Stojanovic : Hayır mahkemelere gönderilmediler. Ama hükümet ‘vicdani red’ hakkını kullanan bu gençleri elinde olan tüm yöntemlerle zorladı. Hepsine sivil hizmet bulamadığı için de birçoğu evinde oturuyor. Sivil hizmete yolladıklarının da yol parasını ödemedi. Birçoğu görev yerine giderken maddi olanaksızlardan dolayı zorluk çekti.

Sizce Sırbistan’daki Sivil Toplum Örgütleri’nin hükümetin kararları üzerinde baskı oluşturacak gücü var mı? Halktan yeterince destek görüyor musunuz?

Tamara Belenzada: Sayıları az da olsa baskı unsuru olabilecek sivil toplum örgütleri var. Hükümetin kararlarını değiştirebilecek kadar güçlü değiliz henüz. İnsanlara ulaşabilmek derdimizi anlatabilmek için siyasal erk ile aynı olanaklara sahip değiliz. Onların manüplasyon araçları çok güçlü. ‘Vicdani red’ hakkını kullanan gençler arasında yaptığımız saha çalışmaları sonucunda gördük ki red hakkını kullanan gençlerin çoğunun gerekçelerinin anti-militarizmle uzaktan yakından ilgisi yok. Kimi ailesini bırakıp gitmek istememiş, kimi de işinden vazgeçememiş, çok az sayıda genç kendini anti-militarist olarak tanımladığı için red hakkını kullanmış. Yine de hiç yoktan iyidir deyip bu örneği önümüze koyarak ağır adımlarla ilerlemeyi sürdürüyoruz. Değişim çok kolay olmayacak.

1 Aralık 2005

Yazı hem Express dergisinde hem de istanbul indymedia’da yayımlandı.

Fotoğraflar: Ebru Tutu

Gelecek günlerde barış ve kardeşliğin hakim olacağı özgür bireylerin kuracağı dünyayı kucaklamak dileğiyle…

İnsan kalabilme sanatı

Balkan gezileri esnasında, Saraybosna sokaklarında dolaşırken, bu film hiç aklımdan çıkmadı. Benim orada bulunduğum tarihlerde kurşun delikleri, insanın büyük insanlığa ihanetinin belgesi olarak binalardaki yerlerindeydi.

Yine bir top sesiyle uyandı. Bu kez çok yakına düştü herhalde diye düşündü. Fotoğraf makinesine uzandı hemen. Üzerinde ‘Press’ yazılı yeleğini giyip, kaskını taktı ve ok gibi fırladı evden. Bombanın düştüğü noktaya doğru koşuyordu. Saraybosna Şehir Kütüphanesi idi isabet alan. Deklanşöre birkaç kez bastı. Havada uçuşan sayfalar üzerine yağıyordu. Sabahın ilk saatleri idi ve kütüphane boştu. Kimsenin burnu kanamamıştı, bir oh çekti derinden. Bu kez fotoğraflarına yansıyan kan revan insan görüntüleri olmayacaktı. Başını gökyüzüne çevirdi ve sağanak sayfa yağmurundan uzanıp bir yaprak alıverdi. Dostoyevski’nin ‘İnsancıklar’ romanından bir sayfa idi elinde tuttuğu. İnsanı bu denli dert edinmiş bu yazar da kendi türünün gazabından kaçamamıştı. Bu romanların yazıldığı yüzyıldan çok sonra bile insan halleri bir arpa boyu yol alamamıştı. 

“Aynı toprakları yurt edinmiş bu kadınlar ve erkeklerin paylaşamadığı neydi?” diye düşündü. Bir yıl olmuştu bu şehre yerleşeli ancak sorunun yanıtını hâlâ veremiyordu. Sabah kahvelerini yudumlayıp sonrasında fal kapatan iki komşunun sonraki günlerde iki düşman oluverişinin öyküsünü dinlerken duyduklarına inanamamıştı. Ya aynı yatağı paylaşan karı-kocaya ne demeli! Şimdi iki yabancıydı, ailelerinin baskısı bir gecede parçalayı vermişti yuvalarını.

Bugüne dek gazetesinin İstanbul’daki ofisine buna benzer onlarca insan hikayesi geçmişti. Saraybosnalı, Sırp, Boşnak ve Hırvatlar tam bir yıldır birbirlerini boğazlıyorlar, Gerçek Gazetesi’nin muhabiri Silva da yanından hiç ayırmadığı fotoğraf makinesi ile olup biteni belgeliyordu. Onun fotoğrafları ve makaleleri bu şehirde kalmaya cesaret etmiş tek gazeteci olması nedeniyle abluka altındaki kentin dünyaya açılan yegâne kapısı olmuştu.

Silva, gönüllü gelmişti Saraybosna’ya, aslında zamanda geleceğe bir yolculuk yapmıştı böylelikle, ülkesinde de insanlık durumları pek iç açıcı sayılmazdı. Farklılıklar üzerine yapılan vurgu balkanlardakine çok benziyordu ve boğaz boğaza getirilmek istenen insan grupları sanki buna dünden razı, koşuyorlardı iç savaşın kucağına doğru. Saraybosna’daki insan dramı ayna olsun istemişti. Belki geleceği göstermek işe yarar diye düşünmüştü. İrtifa kaybeden insanlık kim bilir belki yeniden hızla yukarı hareket etmeye başlayabilirdi. “Bu şehrin acısı son insanlık acısı olsundu.” diye haykırdı içten içe, soluk soluğa patlamanın olduğu alana ulaşmaya çalışırken.

İnsanların arasında bir oraya bir buraya dolanıp dururken, filmdeki sisli Saraybosna sahneleri yeniden canlandı. Hüzünden kalbimin sızım sızım sızladığını anımsıyorum.

Kütüphaneye ulaştığında, taş yığınına dönen binanın önünde toplaşan kalabalığı yararak ön sıralara doğru ilerliyordu, o sırada küçük Jasna’yı ayrımsadı.

Seslendi:

– Jasnaaa! Jasnaaaaaaa burdayım!

Jasna onu duymamıştı. Ağlamayı sürdürdü. Elindeki su bidonu delinmiş ve suyun tamamı akıp gitmişti. Silva bu kez ellerini havaya kaldırıp bağırdı, bir yandan da patlamanın etkisiyle yakınlarını arayan insanların arasından geçip hızlı adımlarla küçük kıza doğru ilerliyordu.

– Jasna! Benim Silva! Korkma! Annen nerede?

Çocuğun yanına ulaştığında onu kucağına alıp gözyaşlarını sildi ve sakinleşmesi için koca bir öpücük kondurdu yanağına.

– Söyle bana ne oldu? Neden ağlıyorsun?

Gözleri ağlamaktan kızarmış küçük kız hıçkırarak anlatmaya başladı:

– Annemle su almaya gidiyorduk. Keskin nişancılara yakalanmamak için sürekli koştuk. Minik bir kedi gördüm ve almak istedim. Durdum.

Ağlaması bir türlü kesilmiyordu, yanaklarından süzülen damlalar hızını artırmıştı, titremeye başladı. Soğuktu ve kar yağıyordu. Anlatmayı sürdürdü:

– Çetnik su bidonumu vurdu, kediyi alamadım, annem beni kucağına aldı, koşmaya başladı sonra patlama oldu, yere yığıldık. Ben kalktım ama annem kalkamadı. Başı kanıyordu.

Küçük kızın sözleri artık anlaşılmıyordu, ağlaması şiddetlendi. Silva ona sımsıkı sarılıp sakinleşmesini bekledi.

– Beni annene götür!

Kütüphanenin çok yakınında vurulmuştu Milena. Yavru kedi hala oradaydı, başucunda. Silva çevredekilerden yardım isteyip onu atış alanının dışına çekti. Jasna annesine sarılmış ağlıyordu. Silva, Milena’nın nefes aldığını fark edince deliye döndü. Ölmemişti, yaşıyordu. Kadını, karga tulumba bir kamyonetin arkasına atıp hastaneye gittiler. Kerim de yetişmişti. Jasna, babasını görür görmez koşup kollarına atıldı.

Jasna’nın anne babası Saraybosna’daki ilk dostları olmuştu Silva’nın ve bugün bir trajedi ile bitmediği için de mutluydu. Milena yaşayacaktı ancak Jasna’nın gözlerindeki korkunun hep orada kalacağını biliyordu.

Ebru Tutu /Öykü denemesi-İstanbul- 2009

RadikalBlog-16 Mart 2015

Fotoğraflar : Teo Angelopoulos’un “Ulysses Gaze” filminden kareler.