Mekanik ilişkilere bağımlı olma durumu: Bağ kuramamak

“Eski materyalizmin bakış açısı burjuva toplumdur, yeni materyalizmin ise insan toplumu, ya da toplumsallaşmış insanlıktır.” Feuerbach Üzerine Tezler-Tez 10-Karl Marx.

Her şey hızla değişip dönüşüyor, yaşamın böylesi bir devinim içinde akıyor olmasının insan üzerindeki etkisi günümüz dünyası için konuşursak, her dokunduğu insanı neredeyse mekanik bir işleyişe zorluyor. İnsanın araçsallaştırılmış, metalaştırılmış olma durumu, bu mekanik halin hem yaratıcısı hem de sürdürülebilir olması bakımından beslenme kaynağı. Bağ kurmadan, kısa soluklu nefes almalarda hayatta kalabiliyor. Derin bir nefes soluyamama halinin duygulanım dünyası üzerinde oksijensiz kalma durumuna denk düşmesi, duygusal hücrelerin her geçen gün bir sürüsünün daha ölümüne neden oluyor ve insan, şeyleşme duvarına doğru son hız ilerleyişini sürdürüyor.

Bağ kurmadan, kısa soluklu nefes almalarda hayatta kalabiliyor. …duygusal hücrelerin her geçen gün bir sürüsünün daha ölümüne neden oluyor ve insan, şeyleşme duvarına doğru son hız ilerleyişini sürdürüyor.

“Yeni” masalı, mevcut olanın sürdürülebilir olmasının itici gücü aslında, her yeni ile bütünsellikten koparılan duygu dünyası bir süre sonra tekrar toparlanamayacak kadar mikro duygulanımsal dünyalara ayrılıp insanın mutsuzluğunu daha da derinleştiriyor. Biriktirmek kavramı, giderek yerini hızla tüketip sıradaki yeniyi deneyimlemeye, ondan haberdar olmaya, ona sahip olmaya doğru evrildi. Gelinen noktada zaman ile biriktirmek arasındaki mesafe açıldıkça, insan, gerçek olandan büyük bir hızla uzaklaşıp yanılsamaları gerçek diye, hatta ‘kendi öznel gerçeği’ diye benimsediği yapay dünyasında beyhude mutluluk arayışını sürdürüyor.

…her yeni ile bütünsellikten koparılan duygu dünyası bir süre sonra tekrar toparlanamayacak kadar mikro duygulanımsal dünyalara ayrılıp insanın mutsuzluğunu daha da derinleştiriyor.

Bağ kurabilmek neyi içeriyor sorusunu irdeleme zamanıdır. Saint Exupéry’nin Küçük Prens adlı yapıtı burada imdada yetişir, bu kavram üzerine ilk düşüncelerimi bu yapıt vesilesi ile oluşturabildim. Tam örtüşmese de ışık tutan öğeler taşıdığını söyleyebilirim. Öyleyse başlangıcı Küçük Prens’in tilki ile diyaloğu eliyle yapabiliriz.

Küçük Prens-Antoine de Saint-Exupéry

Kimsiniz” dedi küçük prens. .

“Tilkiyim ben,” dedi tilki.

“Benimle oynar mısın?” dedi küçük prens. “Çok mutsuzum.”

“Hayır,” dedi tilki. “Oynayamam; evcil değilim ben.”

“Öyle mi? Bağışla beni,” dedi küçük prens. Ama bir süre düşündükten sonra,  “Evcil ne demek?” diye sordu.

“Genellikle ihmal edilen bir iş,” dedi tilki. “Bağlar kurmak anlamına geliyor.”

“Bağlar kurmak mı?”

Tilki, “Yani,” dedi, “örneğin sen benim için hâlâ yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan herhangi bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen, birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz benzersiz olurum…”

Küçük prens, “Anlıyorum galiba,” dedi. “Bir gül var… Galiba o beni evcilleştirdi…”.

“Benim yaşamım çok tekdüze,” diye anlatmaya başladı tilki. “Ben tavuk avlıyorum, insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da… Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken, seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgârın sesini de seveceğim…”

Tilki uzun bir süre küçük prense baktı. Sonra da, “Lütfen… Evcilleştir beni!” dedi.

“Çok isterim,” dedi küçük prens, “ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var.”

“İnsan ancak evcilleştirirse anlar,” dedi tilki. “İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.

“Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?” diye sordu küçük prens.

“Çok sabırlı olmalısın,” dedi tilki. “Önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın…”

Ertesi gün küçük prens yine geldi.

Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.

“Aynı saatte gelmen daha iyi olur,” dedi tilki. “Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı…”

“Alışkanlıklar mı?”

“Evet. Bunlar çoğunlukla ihmal edilir,” dedi tilki.
.Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı geldiğinde tilki, “Ağlayacağım,” dedi.

“Benim bunda bir suçum yok,” dedi küçük prens. “Seni üzmek istememiştim, ama evcilleştirilmeyi sen istedin…”

“Evet, orası öyle,” dedi tilki.

“Ama ağlayacağını söylüyorsun.”

“Evet, öyle,” dedi tilki.

“O halde evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı!”

“Ben gülümden sorumluyum,”

“Çok iyi oldu!” dedi tilki. “Buğdayların rengini düşün.”

“Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır.”

“Onun için harcamış olduğum zaman…” diye yineledi küçük prens. Unutmamalıydı bunu.

“İnsanlar unuttular bunu,” dedi tilki. “Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun…”

“Ben gülümden sorumluyum,” diye yineledi küçük prens. Bunu da unutmamalıydı.

Bağ kurmak, evcilleştirmeyi içeriyor tilki için, peki evcilleştirmek mülkiyeti, sahip olmayı, üzerinde hak iddia etmeyi, onu sadece kendinin kılmayı, yaşamına dahil etmeyi içeriyor mu? Yoksa emek-zamanı, paylaşmayı, mekândan ve zamandan bağımsız olarak bir duyguyu taraflar arası etkileşimle besleyip geliştirmeyi, sonra da sonsuza emanet etmeyi mi içeriyor? Bağ kurmak araçsallaştırılmışlığın, ‘benim için iyi olma durumunun’ dışarıda bırakıldığı bir ilişki biçimine denk düşüyor aslında. Varlığını sürdürebilmesi daha çok ‘biz’in katkısına bağlı gibi.

…zaman ile biriktirmek arasındaki mesafe açıldıkça, insan, gerçek olandan büyük bir hızla uzaklaşıp yanılsamaları gerçek diye, hatta ‘kendi öznel gerçeği’ diye benimsediği yapay dünyasında beyhude mutluluk arayışını sürdürüyor.

Zaman ve mekân ile olan ilişkisini biraz daha irdelemek gerekebilir, zira bu ilişki hem zamandan ve mekândan bağımsızlığı hem de ona dair olmayı içeriyor, ve belki de dolayısıyla mülkiyet ile de bu vesile ile ilişkisi kurulabiliyor. Bağ kurmak, karar vermek ile başlayan bir süreç, kısaca iradeden bağımsız değil, bir seçim aslında. Bunun ardından, zamanla emeğin örtüştürülmesi gerekiyor, yani öyle hemen olabilecek bir şey değil, emek vermek, sabırlı olmak ve bu arada inşa edebilme yetisini (taş taş üzerine koyabilme yetisi) gerektiriyor. Kişinin varoluşuna katkısı ise yapı taşı olma niteliğinde. Bu durum, ilişkinin ilk anları ile ilgili olduğundan, zaman ve mekân ile olan bağı onlara dair, kapsayıcı ve onları içeriyor olması olarak konulabilir.

Bağın kurulmasının ardından mülkiyetle ilişkisini koparması bakımından zamandan ve mekândan bağımsızlığını ilan etmesi olmazsa olmaz bir unsur, ve bu uzaklaşma aslında insana yaklaşmayı da beraberinde getiriyor. Varlığından haberdar olmanın yeterli olabildiği, birlikte zaman geçirilmese de ya da aynı mekânda olunmasa da bağda bir zayıflamaya neden olmuyor, ya da onu zedeleyici unsurları barındırmıyor.

Bağ kurmak araçsallaştırılmışlığın, ‘benim için iyi olma durumunun’ dışarıda bırakıldığı bir ilişki biçimine denk düşüyor aslında. Varlığını sürdürebilmesi daha çok ‘biz’in katkısına bağlı gibi.

Bağ kurmak zorunluluk içermiyor, dolayısıyla da bağ kurulan özne ile bir eksiklik ilişkisi yok. “O varsa varım o yoksa yokum” gibi. Varlığını bir başkasının varlığına bağlamak yerine, bağın varlığının kendi varlığına katkısı, aslında “tamlaşma” ya da “olgunlaşma” yolunda paha biçilemez bir nitelik. Burada aynı zamanda hem sonsuzluk ile kucaklaşma hem de duygusal şiddet içermeyen bir alana geçiş yapılıyor. Aşk belki de buraya uygun bir örnek olabilir. Burada kurulan bağın önceleri güçlü sonrasında acı veren katastrofik bir bağa dönüşmesi belki de kendi varlığını aşık olunan öznenin varlığına bağlamaktan geliyor. Özne artık orada olmadığında, eksiklik duygusu ile başa çıkılamadığından bağın hem sürdürülebilmesi hem de varlığı tehlikeye düşüyor. Bu durumda bağ, yerini duygusal şiddete bırakıyor.  

Burada aynı zamanda hem sonsuzluk ile kucaklaşma hem de duygusal şiddet içermeyen bir alana geçiş yapılıyor. Aşk belki de buraya uygun bir örnek olabilir.

Burada başrollerini Julia Roberts ile Hugh Grant‘ın paylaştığı Notting Hill (Aşk Engel Tanımaz) filminden bir sahneyi anlatmadan geçmeyelim, zira durumun anlatımına katkısı olabilir.  Will Thacker (Hugh Grant) aşık olduğu Anna Scott (Julia Roberts) ortadan kaybolunca, hem şaşkınlık hem de derin üzüntü yaşar. Onun acısını dindirebilmek adına yakınındakiler harekete geçerler ve bir başka ilişkinin kapısını aralayabilmesi üzerine bir çeşit çöp çatanlık süreci başlatılır ve bu süreci Thacker’ın eski karısı ile onun yeni eşi yönetir.  Zira bu kişiler aynı zamanda onun en yakın dostlarıdır. Burada Thacker ile eski eşi arasında kurulan bağ bizim konumuza katkısı bakımından değerli, ayrıca üçüncü kişinin (eski karısının yeni kocası) bu bağa eklenip dostluk yönünde çoğaltmış olması da, hem duygusal şiddetin hem de mülkiyet ilişkisinin sönümlenmesine katkısı bakımından değerlendirilebilir. Bu sahne üzerine düşünmek, aslında hem insan üzerine düşünceye hem de bağ kurmak konusuna katkısı bakımından değerli.

Aşk Engel Tanımaz (Notting Hill). Yönetmen: Roger Michell, Senaryo: Richard Curtis.

Şimdi belki de zurnanın zırt dediği yere gelindi. Bağ kurmak güzel de, bunu yaşama geçirmenin ilk adımı ve belki de en önemli engeli, “güven duvarı”nı nasıl aşacağız? Kısaca nereden başlasak da insana açılan bu kapıyı içinde bulunduğumuz durumu daha da kötüleştirmeden aralayabilsek.

Güven duymak ve kan bağı ilişkisine geldikte. Bu konu aslında, insanın insan ile kurduğu ilişkide tüm araçsal faktörlerin ortadan kaldırılması ön koşulu aşılmadan açıklanamaz. Geniş ailelerin sosyal alanda güçlü olduğu bir toplumsal yapıda, “yabancı” ile gerçek bir bağ kurabilmenin ön koşulu olan güven duvarını nasıl aşacağız?

Bağ kurmak çok taraflı bir ilişkiyi gerektirdiğinden geliştiricidir, tüketim değil biriktirmeyi içerir, insanın mutluluğu da bu gelişimin ve birikimin niteliğine bağlıdır. Mutluluk, varılacak hedefte değil alınan yolda ise eğer, yolculuğa dahil olacaklara merhaba!

Bu konuyu Marks’ın yabancılaşma kavramı olmadan açıklamak benim düşünce dizgemde, bugüne kadar edindiğim bilgiler ışığında, pek mümkün gözükmüyor. “Nerelisin, kimlerdensin?” ile başlayan diyaloglar yabancılaşma (insana yabancılaşmadan söz ediyorum) bataklığına saplanmada ilk adım olarak görülebilir. Zaten başta ilişkinin niteliği belli kodlamalarla sınırlandırılmış oluyor, sonrasında gerçek bir bağ kurmak böylesi bir başlangıçla daha da zor olacaktır.

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Feuerbach Üzerine Tezler-Tez 11-Karl Marx.

İnsanın insanla kurduğu ilişkinin tek yeter koşulunun “insan” olmasının gerçekleştiği gün gelip çattığında, yabancılaşma kavramını bu minvalde, artık bir daha geri gelmemek üzere, yaşamlarımızdan çıkarmış ve bağ kurmak konusunda da gerçek bir adım, hatta “bizim için küçük, insanlık için büyük bir adım” olarak yaşamlarımıza dahil etmiş olacağız diye düşünüyorum.

Son sözlere geldikte, Heraklitos’un “akışı”nı, her şey değişiyor, bağ kurmaya zaman da yok gerek de, anı yakalayabilmek çabasına odaklanmak gerek, olarak algılayıp, filozofun kemiklerini sızlatmak pahasına yaşamlarımızı biraz daha tükettiğimiz bu günler geçecek elbet, ancak dert, gelecek günleri belirleyecek o ipuçlarını içinden geçtiğimiz şimdiki zamanın aralarına serpiştirmek ise, belki de çorbada katkısı olur diye yazıldı bu yazı. Bağ kurmak çok taraflı bir ilişkiyi gerektirdiğinden geliştiricidir, tüketim değil biriktirmeyi içerir, insanın mutluluğu da bu gelişimin ve birikimin niteliğine bağlıdır. Mutluluk, varılacak hedefte değil alınan yolda ise eğer, yolculuğa dahil olacaklara merhaba!

29.09.2014 / RadikalBlog

Fotoğraflar: İnternet

Büyük İnsanlık – Nazım Hikmet (kendi sesinden)

Mekanik ilişkilere bağımlı olma durumu: Bağ kuramamak” için 2 yorum

Yorum bırakın